Yasak meyve

"Marks’ın gayet yerinde ifadesiyle, insan bilinci üretim sürecindeki aşamasına göre şekillenir. Ne yapalım, bu da bir sosyal yasa olsa gerek, kimseye gücenemeyiz!"

Mitolojide “yasak meyve” olarak anılan ve onu yiyen ilk çiftin birbirini çıplak olarak görmeye başlaması ve ilk günahın işlenmesini kapitalizme uyarlarsak, acaba Yeni Yıl için ne düşünebiliriz? Bugünkü yazının konusunu yasak meyve meselesi ile son yazıdaki konuya da bağlayarak oluşturmaya çalıştım. Son yazımda kapitalist krizlerle ilgili olarak, biri açık diğeri örtülü iki konuya değinmek istemiştim Açık konu, kapitalist krizlerin kaçınılmaz olduğu ve krizlerle sistemin netleşerek algılamamıza girdiği meselesi ile ilgiliydi. Örtülü konu ise, ana akım iktisatçıların sistemi nasıl yanlış ya da yanlı algılayarak topluma öylece yansıttıklarıyla ilgiliydi. Böylece, sistem yaşam süresini uzatmak için kriz yaratırken, aynı anda ana akım iktisat öğretisinin krizi yalan-yanlış yorumlamasıyla, hatta krize karşı önlem alınabileceği görüşünü topluma yaymasıyla da yaşam süresine destek sağlamış oluyor.

Bugün kapitalist sürecin nasıl bu aşamalara geldiğini kısaca ortaya koyarak, Yeni Yıl için niyetlerin nasıl bir tabana dayandığını göstermeye çalışacağım. Ekonomik konuların temel sorunu değer etrafında şekillenir. Değer nedir, değeri kim oluşturur ve değer kimin mülkiyetindedir gibi felsefi konular ekonominin temel meseleleridir. Bu yazı bir ders kitabı pasajı olmadığına göre böylesi konuları derinliğine ele almadan, değeri yaratma ve mülkiyeti ele geçirme ilişkileri bağlamında mülkiyet değişiminin “siyaset, savaş ve sevgi” (3 S ) ilişkisini nasıl etkilediğini kısaca tartışacağım. Mülkiyet ilişkisini 1600’ların sonu 1700’lerin başlangıcından, John Locke ile başlatırsak konu son derece açıklık kazanır. Locke’a göre, emek gücü üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan her kişi, sahip olduğu emek gücü ile doğa üzerinde yaptığı üretimin maliki olur. Böylesi liberalizm nasıl reddedilebilir ki! Emek – üretim – mülkiyet ilişkisinin böylesi kuruluş ver kurgulanış biçimine sanırım kimsenin bir itirazı olamaz. Dikkat edilirse, bu ilişkide sermaye denen birikmiş ölü emek yoktur. Peki, sermaye devreye girdiğinde aynı formül geçerli olabilir mi? Bu soruya yanıt verebilmek için Locke’dan günümüze dek yaşanmış muazzam değişimi dikkate almak gerekmektedir. Konumuz olmadığından ara süreci atlayarak diyebiliriz ki, mülkiyet ilişkisinin emek gücü ile sermaye arasında parçalanması kapitalizmi ortaya çıkarıp, onunla birlikte sömürü ilişkisi, krizler, emperyalizm vb gibi bir dizi insan aklı ve haysiyetine yakışmayan sonuçları günümüze taşımış bulunmaktadır. Böylesi şekillenen sistemde hâlâ liberalizmi savunmak güçlünün sözcülüğüne soyunmaktır. Günümüzde siyaset sermaye mülkiyetine göre şekillenmekte; savaşlar sermaye mülkiyetine göre şekillenmekte; hatta sevgi ve dostluk ilişkileri dahi mülkiyet ilişkisine göre şekillenmektedir. Kısacası, mülkiyet ilişkisinin üreticiden alınıp sömürü üzerinden sermaye sahiplerine verilmesiyle siyaset–savaş–sevgi ilişkilerinin tümünün şekillenmesinde başat olmakta ve bu durum da insanlığın hayrına sonuçlar yaratmamaktadır. İşte Yeni Yıl’a girerken kafamı kurcalayan düşünce şeması budur. Yasak meyveyi tüm insanlar yemişse, nasıl olmuş da bir kısmının gözü diğer büyük kitle aleyhine fazla açılmış? Bu sapık ilişki düzenini gözden uzak tutmadan,  mülkiyet ilişkisinin parıltılı görüntüler ve ifadelerle işleri nerelere taşımaya hevesli olduğuna bir bakalım.

Mülkiyet ilişkisi bir tür başat ilişkidir. Mülkiyet ilişkisine sahip olanların gösterdikleri kibarlık perdelenmiş görüntüdür ve bu hali ile sahtedir. İleri kapitalist ekonomilerde gördüğümüz sahte burjuva kibarlığı, toplumdan topluma değişmekle birlikte, bazı ülkelerde kısmen zenginliğin sağladığı güçle korunup perdelenen, bazı ülkelerde de aristokrasi geleneğinin henüz etkisini kaybetmediği gururla yoğrulmuş başatlık ilişkisidir. Mülkiyet ilişkisinin değiştirilmeye kalkışıldığı durumda ortada ne kibarlık kalır ne de aristokrasi zarafeti. Öyle gözüküyor ki, bir yanda sömürü diğer yanda da bizzat sömürü üzerinde yükselen varsılın hoşgörüsü ve aristokrat çevrelerin asaleti arasında üvey kardeşlik ilişkisi bulunmaktadır. Miras bölüşümünde birbirlerine girecek derecede potansiyel düşman olacak bu farklı dokular öylesine üvey kardeşlerdir ki, Marks ile Freud’un arasındaki ilginç benzetmede olduğu gibi, durağan dönemlerde içten çatışmalı-çelişkili, fakat yüzeyde sakin görüntülü sistemi oluştururlar. Marks’ın kapitalist sistem için savladığını, Freud’un bireyler için savladığı ileri sürülür. Her iki sistemde de çözüm devrimdir; ekonomiler için sınıf savaşı ve sonrasında sömürüsüz sistem oluşumu, bireyler için ise sosyal baskılardan arınmış bireyin doğal hareketlere yönelişi. Şimdilik bir ütopya gibi! Buna rağmen biz yine de güzel günler ve yıllar için dileğimizi yapalım. Bakarsınız, Nasreddin Hoca misali tutar!..

Şimdi ayaklarımızı biraz yere basalım ve kafamızı ellerimizin arasına alarak, 31 Mart sonrasını şöyle bir düşünelim. Acaba, niçin asgari ücret de dâhil olarak, çoğu ödentilerde % 26 gibi ilk bakışta hiç fena olmayan zam gerçekleştirildi. Hatta bu oranda zam ilkin Cumhurbaşkanı maaşında yapıldı, sonra aynı ya da benzer oran diğer maaşlara yansıtıldı. Toplum acaba nasıl bir algılamaya yönlendirildi? İlkin biraz garipsediğimiz maaş ayarlaması herkese yapılabildiğine göre, demek ki cumhurbaşkanı ile emekliler ya da asgari ücretliler arasında bir ayırım yapılmamaktadır. Vatandaşla yakın ilişki bazen seçim konuşmalarında ya da kahve ziyaretlerinde veya ev ziyaretlerinde kurulur da, niçin psikolojik ağıla(t)ma yolu ile de gerçekleştirilmesin ki? Pekâlâ, bu yol da kullanılabilir, hem de bu yol çok da etkili olur.

Peki, bu kadar zam yapıldı, hani enflasyonla mücadele yapılacaktı ya da bütçede tasarrufa gidilecekti! 31 Mart sonrasında çeşitli alanlarda gerçekleştirilecek ayarlamalar bu zamları eritecek olabilir mi? Güzel bir proje değil mi; önce maaş zammı ile oy tabanını geniş tutmak, sonra fiyat zammı ile bütçeyi biraz kurtarmak, dar gelirlilerin geçici mutluluğu yanında, sermayenin de hoşlanacağı bir süreç olamaz mı? Sermaye malikleri siyasetin uzun erimli hizmetini kollar, emekçiler ve genelde halk ise siyasetin kısa erimli ve oldukça da aldatıcı politikasına aldanır. Marks’ın gayet yerinde ifadesiyle, insan bilinci üretim sürecindeki aşamasına göre şekillenir. Ne yapalım, bu da bir sosyal yasa olsa gerek, kimseye gücenemeyiz! Eğitim üzerinde oynanan oyunun, başka amaçları dışında, bilinç oluşumunun önemli bir ögesinin denetlenmesi olarak da görülmesi gerekmez mi? Bilimsel çabaların bu denli metalaştırılması ne toplumun, hatta ne de uzun erimde siyasetin hayrınadır.

Mücadelenin her damlasını tarih kaydeder ve ilerideki zafere tığla oluşturur. Yeni Yıl’a girerken bu düşünce mutluluk verir!