Güç olmak ya da faturayı ödemek

"Sermayenin kriz karşısında işçi sınıfına karşı bilindik tutumu bir kez daha tekerrür ederken, tarihin tekerrürü bu iki toplumsal sınıfı çok daha net bir karşı karşıya gelişe getirmektedir."

Şov işi bugünlerin en geçer akçesi. Sadece televizyonda, sinemada, gazetede, sokakta değil, siyasette de şov olmaksızın iş görülmüyor. En çok konuşanın en haklı sayıldığı, en sık tekrar edilenin gerçek kabul edildiği bir evreden geçiyoruz.

Bu evreyi, geçmiş dönemlerden ayıran en önemli fark; gerçeklerin üstünün daha incelikli bir şekilde örtülmesidir. Ancak ister incelikli olsun, isterse soğuk savaş dönemindeki gibi “kaba saba” bir biçimde gerçekleşsin, önemli olan nokta gücünüzün olmasıdır. Güç olmak ise örgütlü ve maddi bir zemine dayanma ile mümkün.

Ekonomik krizin etkilerinin kendisini göstermesiyle birlikte kimin güç olup olmadığı sorusu da biraz daha önem kazandı. Geçtiğimiz haftalarda açıklanan ekonomik programı ile sermaye düzeni bütün örgütlü birikimini krize karşı harekete geçirdi. Sermayenin kriz karşısında işçi sınıfına karşı bilindik tutumu bir kez daha tekerrür ederken, tarihin tekerrürü bu iki toplumsal sınıfı çok daha net bir karşı karşıya gelişe getirmektedir.

Sermayenin kriz karşısında tutumu, olası maliyetlerin emekçilere yansıtılması olurken, kendi içindeki tutumu da varlıkların el değiştirmesi ve tekelleşme eğiliminin güçlenmesi şeklinde oldu. Devlet bankalarının durumunun konuşulmasından, borç yükümlülüklerinin kamu tarafından üstlenilmesine, özel kesimin elinde bulunan bankaların kaynaklarının kullanılmasından, çeşitli varlıkların elden çıkartılmasına kadar farklı biçimlerde sermayenin güçleri bir araya getirilmeye çalışılıyor.

Ancak her ne yapılırsa yapılsın, bu krizin faturası çoktan hissedilmeye başlandı. Yılbaşından beri kur oynaklığı nedeniyle tüketici enflasyonu 2.2 arttı. Üretici fiyatlarında durum çok daha vahim. Üstelik üretici ve tüketici fiyatlarındaki artış miktarının farklı olması, enflasyonun etkisinin daha da fazla hissedilmesine neden olacak. Sonuç, işçi sınıfı açısından ücretlerin reel olarak gerilemesi ve hayat pahalılığıdır.

İkinci sonucun kimi toplumsal etkileri olacağı düşünüldüğünde, sermaye iktidarının geçici fiyat kontrollerine başvurması sadece geçici bir etki yaratabilir. Fiyat kontrollerinin önümüzdeki günlerde kârların korunmasına adına feda edileceği olasılık dâhilinde tutulmalıdır. Dolayısıyla sermaye kriz mücadelesine doğası gereği çelişkili ama gerçeklerin üzerini örten bir yaklaşımla hazırlanmaktadır.

***

İşçi sınıfı ve genel olarak emekçiler bu durumda ne yapmaktadır?

Bu sorunun ilk cevabı, en kestirme cevap olarak da görülebilir, işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin bu kriz karşısında hazırlıksız yakalandığı olacaktır. Gerçekten verili güç dengeleri düşünüldüğünde, emekçilerin genel örgütsüzlüğü kriz karşısında “hazırlıksız” yakalanılmış olunduğunu düşündürecektir. Ancak, söz konusu toplumsal mücadeleler olunca böyle doğrusal cevaplar bulunmuyor. Tarihsel gelişmeler düşünüldüğünde her kriz ortamında şöyle ya da böyle bir tepkiselliğin gelişmemesi düşünülemez.

Mesele bu duruma karşı bir siyasal hat geliştirebilmekten geçmektedir. O nedenle, hazırlıktan anlaşılması gerekenin böyle bir döneme uygun siyasetin ve aracın geliştirilmesinden geçmektedir. “Uygun” aracın ne olacağına dair uzun bir tartışma yapılabileceği için, şimdilik sadece kısa bazı tespitler yapmak gerekiyor.

Birincisi; krize karşı işçi sınıfı hazırlıklı olacaksa bu mevcut durumun analizinin iyi yapılmasından geçmektedir. Analiz bize krizin yönetim sorunu kaynaklı değil, düzenin “yapısal” sorunu olduğunu göstermektedir. Analizle beraber sermayenin programından farklı programın savunulması gerekmektedir.

İkincisi; bu programın hatları net ve maddi bir zemine dayanmalıdır. Geçici çözümlerle yetinilemez. Sorunun çözümüne gidebilmek için mutlaka kamulaştırma çizgisinin, finansal sermaye de dâhil olmak üzere, savunulması gerekiyor.

Üçüncüsü; kriz karşısında sermayenin merkezileşmesi gibi işçi sınıfının da merkezi bir gücünün olması gereklidir. Bugüne kadar her aşamada bölünen ve kuşatılan işçi sınıfı, ancak böyle bir “huruç harekâtı” gerçekleştirebilir. Bu merkezileşmenin başını program ve söylem birliği oluşturmaktadır.

Dördüncüsü; işçi sınıfı merkezi bir güç olacaksa “kural koyucu” olmak zorunda. “Kural koyuculuk” hukuki anlamıyla değil, siyasi anlamıyla düşünülmeli. Kural koyuculuğun başladığı nokta işyeri örgütlenmesidir.

Beşincisi; esas kritik mesele örgütsel deneyim birikimini aktarabilmekten geçmektedir. Bugün başta inşaat, cam ve metal sektörleri olmak üzere yaratılan birikimlerin birbirini güçlendirmesi için çalışmak gerekmektedir.

Bu beş madde bir tartışmanın başlangıcı için sadece kenar notlarıdır. Bu kenar notlarının ilk somutlanacağı yer Sınıf Tavrı kurultayı olacak. Geçtiğimiz günlerde Sınıf Tavrı tarafından açıklanan 28 Ekim kurultayı bu anlamda ilk başlangıç noktası olacak.

Sınıf Tavrı’nın kurultayında yer almak ve devamını getirmek önümüzdeki günlerde faturayı da kimin ödeyeceğini belirleyecektir.