Alev Doğan yazdı: Evine dönemeyen Odysseus’un ölümü

Alev Doğan yazdı: Evine dönemeyen Odysseus’un ölümü

Alev Doğan yazdı: Evine dönemeyen Odysseus’un ölümü

ALEV DOĞAN

Anlatı sanatının en büyük ustalarından Theodoras Angelopoulos, 24 Ocak 2012’de son filmi Öteki Deniz’in çekimlerinde bir motosikletin kendisine çarpması sonucu hayata gözlerini yumduğunda, ardından sayısız film ve sinema sanatına derin bir iz bırakmıştı. Onun 7. Sanat için ne anlama geldiğini, onlarca sinemacının neden ondan bu denli çok etkilendiğini anlayabilmek ancak onun anlatısındaki sihirli dokunuşları anlayabilmek ile mümkün.

Sinemanın Homeros’u tanımını kullansak ki kendisi hayatta olsa idi buna kesin bir dille itiraz ederdi, abartmış olmayız sanırım.

Antik Yunan’ın gayri resmi tarihi olan mitolojiyi halkın algısında somutlaştıran Homeros misali, Angelopoulos da, 20. Yüzyılın trajedisini o gayri resmi tarihin izlerinde somutlamıştır. Benim bütün bir hayatım dediği, 20. Yüzyıl, savaşların, ölümlerin, sürgünlerin ve hayal kırıklıklarının bir bütünüdür aslında.

Devrime çok yaklaşan bir ülkenin evladı olsaydınız, o fırsatı onlarca bedel ödedikten sonra kaçırsaydınız, yüzünüzü döndüğünüz sosyalizmin çözülüşüne tanıklık etseydiniz, yaşadığınız şeyin bir trajedi olduğu konusunda aksine kimse sizi ikna edemezdi. Angelopoulos’un yaşadığı hayal kırıklıklarının bütünüdür o yüzden onun sineması.

Evine dönmeye çalışan Odysseus mitini sıklıkla işlemesinin ancak filmlerinde onun yerine Roma mitolojisindeki müdahili Ulysses ismini kullanmasının en büyük nedeni de Odysseus’tan farklı olarak Ulysses’in evine dönememesidir. Angelopoulos da tıpkı Odysseus gibi tüm hayatı boyunca evini aramış durmuştur. Ev tıpkı mitolojideki anlamı gibi bir yurttur onun için. Yalnızca bir toprak parçası değil elbet anlatmak istediğimiz, anlatmak istediği. Üzerinde ortak bir tarihe sahip oldukları arkadaşlarıdır, ailesidir, eşit ve özgür bir dünya inşa etmeye çalışan yoldaşlarıdır. Bunların tamamı ancak daha fazlasıdır.

Angelopoulos bir üretim olarak sanatı yalnızca estetik bir ifade aracı değil, yaşamın ta kendisine bir anlam bulma çabası olarak değerlendiriyordu. O yüzden onun filmlerini değerlendirirken kullanılan “fotoğraf karesi gibi” tanımı yanlışlanmakla kalmayıp artık raf ömrü tükenmiş bir ifadedir. Özcan Alper’in “Rüzgarın Hatıraları” filminde Angelopoulos’un görüntü yönetmeni Andreas Sinasos ile çalışması, Alper’i Angelopoulos yapmaya yetmemiştir. Çünkü Angelopoulos,  bireysel hikâyeler anlatır gibi görünse de aslında o bireye tarihsel bir bakış açısı ile yaklaştığı içindir ki tarihsel hikâyeler anlatmaktadır.

Filmleri evet kimi zaman izleyiciyi bunaltacak derecede durağandır, ancak anlatılan savaşlarla sınanmış bir yüzyılın yükü ise bu yükün birazını da izleyici taşımalıdır. Bu Angelopoulos’un aslında izleyiciyi ne kadar önemsediği ile doğrudan alakalıdır.

Angelopoulos’un filmlerinde tarih asla bir arka fon değildir, asli karakterdir. Onun algısında tarih, yaşamın sınırlarını anlamayı, ölçmeyi ve test etmeyi sağlayan yegane öznedir. Filmlerinde her konuyu düşünce ve eylemin yoldaşlığında ele almayı tercih eden Angelopoulos, karakterlerini de bu yolla bir teste tabi tutar. Onun için tarih testini geçemeyenlerin, varlıkları ve yoklukları son kertede eş değerdir. Tersinden ancak ve ancak tarih testinden geçenlerin varoluşları bir anlam kazanır.

20.yüzyıla bakarken, antik Yunan mitlerini, uslamlamalarını ve inançlarını göz ardı etmez. Bir trajediler yığını olan antik Yunan mitolojisini, tekrar işleyerek 20. Yüzyılın göbeğine yerleştiriverir.

Ne Odysseus eski Odysseus’tur ne de İthaka eski İtahaka…

Pekala Odysseus evine dönememiştir ama ona ulaşmaya çalışırken bulduğu ipuçlarını seyircisine emanet etmiştir.

Kimse yurtsuz kimse uzak kalmasın diye…