Çürük

AKP yandaşlarına sorarsanız Türkiye'de 2018, Türk sinemasının şaha kalktığı, yurt dışına kaçırılan eserlerin ait oldukları topraklara geri döndürüldüğü, arkeolojik açıdan önemli başarılara imza atıldığı bir yıl olarak tarihe altın harflerle geçti.

Eleştirmen, denemeci Nurullah Ataç’ın 22 Aralık 1934 tarihli makalesinde ‘Hamlet’ üzerine yaptığı tespitler önemlidir: Bence Hamlet bir kişinin değil, bir ülkenin dramıdır. Oyunda geçen Danimarka ülkesinde bir çürüklük var.  Bu söz bence o dramda Olmak mı? Olmamak mı? diye tanınmış monologdan daha özlüdür. der…

AKP yandaşlarına sorarsanız Türkiye’de 2018, Türk sinemasının şaha kalktığı, yurt dışına kaçırılan eserlerin ait oldukları topraklara geri döndürüldüğü, arkeolojik açıdan önemli başarılara imza atıldığı bir yıl olarak tarihe altın harflerle geçti.

Türkiye’nin önde gelen patronlarından Bülent Eczacıbaşı’nın eşi İstanbul Modern’in kurucusu Oya Eczacıbaşı’na göre de çok doğru bir değerlendirmedir bu. Aşağıdaki satırlarda değineceğiz…

Öte yandan Erdoğan Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninde itiraflarda bulunuyor: Kültür endüstrisi öyle bir seviyeye gelmiş ki dünyada girmediği, ulaşmadığı, tesir etmediği yer kalmamış. Sinemadan müziğe, giyimden teknolojiye ve mimariye kadar her alanda bu etkiyi görüyorlarmış. İşte bu gerçek kendilerini kültür sanat politikalarına dört elle sarılmaya itiyormuş. 16 yıllık iktidarlarında demokraside ve ekonomide çok büyük devrimlere imza atmışlar(!) ama maalesef eğitim ve kültür sanat politikalarında arzu ettikleri mesafeyi kat edememişler. Kur’an-ı Kerim’de defalarca ‘akıl etmez misiniz?’ ifadesi gitmeleri gereken yolu gösteriyormuş. Diğer hususlar ile birlikte kültür sanat alanındaki kısırlığı aşmak için yapmaları gereken buymuş…

Çürüyorlar aslında…

Çürüme ve Devşirme

AKP kendi tespitleriyle “kültür sanat alanındaki kısırlığı aşmak için” devşirme sistemine özeniyor sanki. Klasik Osmanlı düzeninin temel direklerinden biri olan devşirme sistemi de kökeninde Hıristiyan, ancak sonradan Müslümanlaştırılan unsurlardan teşekkül etmiştir. Osmanlı’daki gibi devlet kadrolarını bütünüyle olmasa bile büyük oranda devşirme sisteminden gelen, varlığını devletin varlığı ile özdeşleştiren, devlete ve sultana tümüyle bağlı kapıkullarıyla doldurmaya amaçlıyorlar adeta.

Hatırlanırsa AKP’ye “muhalif” çizgisiyle bilinen piyanist Fazıl Say’ın yine AKP iktidarı tarafından konserleri iptal edilmiş, kendisine salon verilmemişti. Mesela Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda ‘Yaz Konserleri’ kapsamında Fazıl Say da yer aldığı halde konsere sayılı günler kala konser iptal edilmişti.  Fazıl Say, konserin iptal edilmesinin muhalif kimliği ile ilgili olduğunu ima ederek sosyal medya hesabından ülkesinde yaşayıp sanatını yapmayı, üniversitelerde tekrar konserler vermeyi istediğini, en üstten en alt kademelere yayılmış ‘Fazıl Say defolsun gitsin’ algısına karşı mücadele vereceğini, ‘Fazıl Say defolsun’ zihniyetinin kimseye bir faydası olmadığını açıklıyordu. Aynı açıklamasında  “Bu hatalardan dönelim istiyorum. Tekrar diyalog ve uzlaşı elimi uzatıyorum. Memleketimde sanatımı pürüzsüz icra etmek istiyorum. Burada herkesten de destek bekliyorum” talebinde bulunuyordu.

Fazıl Say’ın annesinin vefat etmesinin ardından Erdoğan, piyanist Say’ı arayarak taziyelerini iletmişti. Bu görüşme sonrasında Fazıl Say da o ânı, “Cumhurbaşkanı’nın sesi çok samimi, çok sahiplenici, çok gerçekti Taziyelerini çok samimi, sıcak tonda, çok gerçek bir şekilde iletti” ifadeleriyle aktarmıştı.  Önceki gün de, 18 Ocak 2019 Cuma günü gerçekleşecek olan “Truva Sonatı” Ankara prömiyerine Fazıl Say’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da davet ettiğini okuduk haberlerde. Trajik buluyor muyuz?

Bu habere en çok sevinenlerden biri ise Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök oldu ve hemen köşesinde bu konuyu işledi. Erdoğan konsere giderse salonda nahoş bir tepki olur mu? Eğer Cumhurbaşkanı bu daveti kabul eder ve konsere giderse Ben de o salonda olsam Ayakta alkışlardım. Salondan biri terbiyesizlik yapmaya kalksaydı da Cumhurbaşkanı‘nın korumalarından önce ben yerimden fırlar, o terbiyesizliği yapana, ‘Otur lan yerine’ diye bağırırdım.” diye yazması kusma duygusu uyandırmıyor mu?

Çürüyorlar…

Örneğin Türkiye’nin önde gelen patronlarından Bülent Eczacıbaşı’nın eşi İstanbul Modern’in kurucusu Oya Eczacıbaşı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ın, İstanbul Modern’in kurulması konusunda her zaman destek olduğunu “Bu ilgi olmasa müzeyi açamazdık. Cumhurbaşkanımız ve Emine Hanım hep İstanbul Modern’e destek verdiler. Bu ilgi olmasa müzeyi açamazdık. Emine Hanım, 2011’deki ‘Hayal ve Hakikat’ sergimizin açılışını yaptı. Cumhurbaşkanımız, müzeyi kurduğumuz Karaköy’deki alana yapacağımız ve dünyanın en ünlü müze mimarı Renzo Piano imzasını taşıyacak yeni projemizle de yakından ilgileniyor. Kuruluşumuzdan beri verdiği destek için kendisine ne kadar teşekkür etsek az” sözleriyle ifade ediyordu. Hayret ediyor muyuz?

Kokuyorlar…

Müzisyen Mazhar Alanson, şarkısı ‘Yandım Yandım’ı aslında Kâbe’ye yazdığını açıklarken “Yandım Yandım’ kısmını Medine’de yazdım. Yandım’ı birinci gün not defterime düşüyorum. İkinci gün ‘Ah ki ne yandım’ yazmışım. Şimdi ben nerede yazmış olduğumu söylemesem, şarkıyı size açıklamasam siz onu bir aşk şarkısı olarak dinliyorsunuz. Sonra bana şarkılar söyleten kadın mevzusu olmuş. Mesela Baka baka doyamadım, hem kokladım da Kâbe’yedir. Ama siz onu dinlerken aşk şarkısı zannedersiniz dedi. İnanıyor muyuz?

Oyuncular Müjdat Gezen (75) ve Metin Akpınar (77), bir televizyon programındaki açıklamaları nedeniyle haklarında başlatılan soruşturma kapsamında kapılarına dayanan kolluk kuvvetlerinin zoruyla ifade verdi. Gezen adına mahkemeye başvuran Avukat Celal Ülgen, müvekkilinin kızının kanser olduğunu, Hollanda’da tedavi gördüğünü, müvekkilinin de sık sık kızını ziyarete gittiğini belirterek, “Müvekkilimizin yurt dışına çıkış yasağı, müvekkilimizin kızı ile olan iletişimini keseceği için gereksiz, fazla ve müvekkilimize işkence çektirecek yöntem olmuştur” dedi. Bunun hemen öncesinde ise Recep Tayyip Erdoğan, “Bu ülkenin Cumhurbaşkanını ipte sallandıracakmış. Bunlar sanatçı müsveddesi. Bedelini ödeyecekler. Şimdi git bunun bedelini öde” derken AKP’li “mizahçı” Hasan Kaçan da hemen akabinde, Metin Akpınar ve Müjdat Gezen hakkındaki soruşturma yetmemiş olacak ki, sosyal medya paylaşımında iki sanatçı hakkında “Buruşuk beyaz kıçlılar” ifadesini kullanabildi. Utanıyor muyuz?

Uçurtmayı Vurmasınlar ve Piano Piano Bacaksız gibi unutulmaz filmlerin yönetmeni Tunç Başaran’ın, içimiz burkularak izlediğimiz ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filmi için “Hiç politik bir film değil düşünülenin aksine. Ben filmde mekân olarak hapishaneyi seçmiştim sadece. Aynı filmi tren garında da çekebilirdim. Benim amacım sevgiyi anlatmaktı. Sanat eserlerini herkes kendine göre yorumlar. Bence sanatın politik bir amacı yoktur, zaten olmamalı. (…) İsmet İnönü mağduruyum. Tek parti dönemi, faşist bir dönemdi. Soldan da, sağdan da insanlar çok mağdur oldu. Sefillik içinde öldü insanlar. Karneyle ekmek alıyorduk.” abuklamalarını ciddiye aldık mı?

Kokuyorlar…

Peki, Behzat Ç. dizisi ile ünlenen Oyuncu Erdal Beşikçioğlu’nun “Ülkemizin hep daha iyi olmasını isterim. Hepimiz aynı gemideyiz, önce bunu fark edelim. Rotamızı nereye çevireceğimize birlikte karar vereceğiz sözlerine bir de “Dolar yükseldiğinde bankadaki paramı TLde tutmaya devam ettim. Dolara çevirmeyi hiç düşünmedim bile. itirafını garipsedik mi?

68 kuşağının önde gelen üç devrimcisi Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın öykülerini anlatan “Hoşçakal Yarın” filminin yönetmeni Reis Çelik’in “O, bu, şu diye birbirimizi ayrıştırmamalıyız. Herkes kendi mahallesine konuşursa bir yere varamayız. Kin tarlalarının hasadı acı olur; bundan bir an önce kurtulup demokrasi tarlamızı yeşertmeliyiz. 28 Şubat’ta başörtülülerin üniversiteye girmesi için İstanbul Üniversite’sinin önünde yapılan eylemlerde biz sosyalistler de vardık. Dayak yedik, gözaltına alındık.” demesini samimi bulduk mu?

Müzisyen İlhan Şeşen’in Türkiye’den konuşursak kişisel olarak ben hala kendimi özgür hissediyorum, ne yalan söyleyeyim. Türkiye’de halen üzerimde büyük bir baskı hissetmiyorum. Ama ben ölçü olmayabilirim. Böyle hissetmem çok sevilmemle de ilgili olabilir. Ama hukuk hakkında hep şunu derim: ‘Hukukun var olmadığını düşünüyorsan var olan hukuka uy yeter!’ Bazı yerlerde sigara içilmiyor mesela. Ne yapalım? Soruyorum, ‘İçebilirsiniz’ derlerse içiyorum. ‘Yasak’ derlerse içmiyorum. Bu kadar basit.” sözlerini yedik mi?

Müzisyen Bülent Ortaçgil, 24 Haziran’daki seçimlerin “kazananı” Tayyip Erdoğan için, “52’yi yok mu sayacaksınız? Ya da muhalefette kalan yüzde 48’i? Başkan yüzde 52 civarında oy alarak seçilmiş. Muhalefet bunu kabul etmeli. İktidar da muhalefetin istek ve taleplerini göz önünde bulundurursa bu sorun çözülür bence” laflarına gülmedik mi?

William Shakespeare’in ‘Hamlet’te Marcellus’a söylettiği “Danimarka ülkesinde bir çürüklük var”  repliği herhalde Türkiye’deki “Kültür sanat ülkesinde bir çürüklük var”a çevrilebilir.

Melih Cevdet Anday’ın 1950 yılında yazdığı ve bugünü anlatan o muhteşem “ÇÜRÜK” şiirindeki gibi yandaş, yalaka, devşirme olmuş sanat sepetçilerin duyguları, düşünceleri, sesleri, sözleri kokuyor, yazdıkları, okudukları kokuyor.

ÇÜRÜK

Akasya ağaçları akasya kokuyor/Bahçelerde güller, gübreler kokuyor/Geçen otomobil benzin kokuyor/Otomobilin içindeki kadın lâvanta kokuyor/Kadının lavantası dehşet kokuyor/Bu lâvanta kokusunu koklayan adam ne kokuyor/Rakı kokuyor/Kızlar, oğlanlar ter kokuyor/Hastaların kapanmamış yaraları kokuyor/Sağlamların açılacak yaraları kokuyor/İnsanların elleri, gözleri kalpleri, kokuyor/Açlıktan nefesleri kokuyor/Çürüyen dişleri, derileri, beyinleri kokuyor/Duyguları, düşünceleri, sesleri, sözleri kokuyor/Yazdıkları okudukları kokuyor/Çürüdükçe kokuyor/Kitaplar, dergiler, afişler, mektuplar kokuyor/Dostluklar, aşklar, arkadaşlıklar kokuyor/Havalandırılmamış odalar kokuyor/Havalandırılmış odalar kokuyor/Sofalar, evler, apartmanlar kokuyor/Mahalleler, şehirler, memleketler kıtalar kokuyor/Çürüdükçe kokuyor/Duymuyor musunuz kokuyor/Kokuyor kokuyor kokuyor kokuyor.