Richard Strauss ve Sanatçının Kutsal Bencilliği

Sanat bazen yaşanan çağı tanımlar, bazen de sömürüye ve baskıya karşı son savunma hattıdır ve sanatçılar da her zaman eserleriyle değil kimi zamanlar da “kutsal bencillikleriyle” anılırlar…

Operaları ile ünlü besteci Richard Strauss’un operalarının librettolarını (sözlerini) Hugo Von Hofmanstal yazar. Hofmanstal’ın 1929 yılında ölmesi üzerine Strauss yazarsız kalır. O dönemde “İnsel” yayınevinin yöneticisi Prof. Anton Kippenberg aracılığıyla Stefan Zweig’a “Susan Kadın” operasının librettosunu yazması için teklif gönderir. Prof. Kippenberg Stefan Zweig’ın editörüydü de…

Stefan Zweig, R. Strauss’a olan saygısından dolayı bu teklifi severek kabul eder, bu onun için büyük bir onurdur… G. F. Handel, J. S. Bach ve Ludwig van Beethoven’den beri devam eden gerçek Alman müzisyenleri kuşağının sonuncusu olan Richard Strauss gibi verimli besteciye yararlı olmayı elbette candan istiyordu. Hâlihazırda Ferruccio Busoni, Arturo Toscanini, Bruno Walter, Alban Berg gibi müzik dünyasının önde gelenleri ile yakın dostlukları vardı Zweig’in.

Zweig, o devrin büyük sanatçılarının pek çoğuyla tanışmıştır ancak Strauss gibi kendi kendisine karşı böylesine nesnel davranabilen bir sanatçıyı hiç görmemiştir. Strauss, görüşmelerinin daha başlangıcında büyük bir açık yürekle ona içini döker.

Yaşı hayli ilerlemiş ünlü bestecinin kendisi de o gençliğindeki gibi esin gücünden artık yoksun olduğunun bilincindedir. Bundan böyle, “Till Eulenspiegel” ve “Tod und Verklärung” gibi senfonik eserler yazabileceğinden umudu yoktur. Strauss: “Ben, Mozart gibi öyle uzun uzun melodiler yakalayamıyorum ancak kısa kısa anlara uygun ezgiler bulabiliyorum. Ele aldığım konularda bir şey bulup başarıyorum ve sanırım bunu şu sıra kimse benim kadar beceremiyor.” diyordu yeni libertto yazarı Zweig’a… Böylece, aralarında çok büyük bir dostluk bağı kuruluyordu.

1933 ocak ayında tam da Hitler iktidara geldiğinde, “Susan Kadın” operasının piyano partisyonu hemen hemen bitmiş ve ilk perdenin enstrüman notaları da aşağı yukarı yazılmış haldedir. Ne var ki, birkaç hafta sonra saf kan olmayan Almanların, ya da soylarında şu veya bu yoldan Yahudilik bulunanların yapıtlarını Alman sahnelerinde oynaması şiddetle yasaklanır. Bu yeni yasak, operanın kaderinin de çizgilerini belli etmiştir.

Bu yasaklar üzerine Zweig’a Richard Strauss’un kendisiyle olan iş birliğinden vazgeçip başkasıyla yoluna devam etmesi fikri hiç de şaşırtıcı gelmemektedir. Aksine Strauss, peş peşe yazdığı mektuplarında Zweig’a bundan sonrası için neler düşündüğünü sormaktadır. Orkestra partisyonlarına başlamak üzere olduğundan, yeni operasının librettosunu kendisinden hazırlamasını istiyordur. Zweig’le işbirliğini, şu veya bu kişinin yasaklamasına göz yummayı aklının köşesinden bile geçirmemektedir. Bütün olan biten şeyler sırasında Zweig’e arkadaşça bağlılık gösterdiğini (başarabildiği sürece tabii) açıkça belirtmek gerekiyor.

Bunlara karşın Strauss, yine o sıralarda Zweig’in hiç hoşuna gitmeyen işler de yapıyordur. “Yeni efendilere yaklaşıyor” Adolf Hitler, Nazi Partisinin en güçlü isimlerinden Hermann Göring ve Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’le sık sık buluşuyor, hatta Alman orkestra şefi ve besteci Wilhelm Furtwängler’in bile alenen reddettiği bir görevi Nazilerin “Devlet Müzik Odası Başkanlığını” da üsleniyordu.

Böyle açıktan açığa yan tutması, o sıra Nazilerin nezdinde çok önemlidir Çünkü yalnızca en iyi yazarlar değil, en seçkin müzisyenler de Naziler ile aralarına mesafe koymuş, uzaklaşmışlardır. Nazilerin çevresindeki az sayıda kalmış olan yazar-çizer takımı ise ya piyasaya yeni katılanlar ya da geniş kitleler tarafından tanınmayan kişileridir.

İşte böylesine kötü bir anda Almanya’nın en tanınmış bestecinin yanlarında görmek Joseph Goebbels ve Hitler adına, tek başına bile olsa gösteriş yapmak bağlamında hayli büyük sanatsal ve entelektüel getiridir. Strauss’un Zweig’in kendisine naklettiğine göre, Viyana’da geçen o yersiz yurtsuz yıllarda zorlukla bulduğu üç beş kuruşla Graz’a gidip “Salome” operasının ilk gecesine katılan Hitler, onu açıkça göklere çıkarmıştır. “Hiçbir zaman gizlemediği sanat bencilliği yüzünden hiçbir rejim onun iç dünyasını ilgilendirmezdi.” Orkestra şefi olarak Alman imparatorunun hizmetinde bulunmuş ve marşlar yazmış, Avusturya İmparatorluğunda Saray Orkestrası şefliği yapmış sonraları, Alman ve Avusturya cumhuriyetlerinde hiç gözden düşmemişti.

Stefan Zweig’e göre ünlü bestecinin Nazilerden yana görünmesinin belirli bir amacı vardır. Nazilere fevkalade bir şekilde yardım etmesi, daha yaşamsal bir nedenden dolayıdır: Zira Naziler göre Strauss onlara hayli borçluydu oğlunun karısı Yahudi’ydi, çok sevdiği torununun okuldan atılmasından korkuyordur.

Starauss’un yeni operasının üzerinde iki gölge vardı birincisi yeni söz yazarı Stefan Zweig’ın ismi ikincisi ise önceki söz yazarı Hugo von Hofmannsthal’dı ve ikisi de Yahudi kökenliydiler. Üstelik yetmezmiş gibi eserlerini basan yayıncısı da Yahudi’ydi… Büyük müzisyen hesaplı kitaplı davranmayı bu yüzden pek kaçınılmaz sayıyordu.

Strauss yeni efendilerinin her istediği yerde orkestra yönetiyor, olimpiyatlar için marş besteliyordu; ama bir yandan da Zweig’a yazdığı aşırı içtenlikli mektuplarda, bu işleri hiç de isteyerek yapmadığını ileri sürüyordu. Gerçekte ise, sanatçının kutsal bencilliğiyle onu tek şey ilgilendiriyordu: Eserinin canlı tesirliliğini korumak, bir de şu çok sevdiği son operasının oynandığını görmek.” Büyük müzisyenin Nazilere böylesi ödünler vermesi elbette hiç hoşuna gitmiyordu Zweig’ın…

Bununla beraber Nazi Yazarlar Odası ve Propaganda Bakanlığı, en büyük müzik ustaları Strauss’u yasaklamak için elle tutulur bir sebep arıyordu. Zweig’ın librettosunda ahlâka aykırı hiçbir şey bulunmaması, Nazileri büyük düş kırıklığına uğratmıştı. Gestapo’nun arşivinde ne kadar dosyası varsa hepsi altüst edilse de aleyhine her hangi bir şey bulunamamıştı. Sonunda Richard Strauss, Adolf Hitler’in huzuruna çağılmış ve Alman Devletinin bütün yasalarına aykırı olmasına karşın operanın sergilenmesine olağanüstü izin verdiğini bizatihi Führerin kendi ağzından ve yüzüne karşı söylenmişti.

Ve opera sergilenir büyük bir başarı kazanır; sonrasında ise müzik eleştirmenlerinin onda dokuzu, Nazilere karşı dirençlerini gösterebilmek için önlerine çıkan bu fırsattan, hatta bu en son fırsattan yararlanıp, Zweig’ın librettosu için olumlu ve dostça eleştiriler kaleme alırlar. Berlin, Hamburg, Frankfurt, Münih ve bütün Alman sahneleri, operayı yeni sezon programlarında sergileyeceklerini hemen ilân etseler de ikinci temsilden sonra opera Almanya’da yasaklanır.

Bu kadarla kalmaz Richard Strauss’un Devlet Müzik Odası Başkanlığından çekildiği haberi de gazetelerde duyurulur. Meğer büyük besteci yeni operasının librettosuna söz yazması için Stefan Zweig’e hitaben bir mektup kaleme almış ve söz konusu bu mektup bir şekilde Gestapo’nun eline geçmiştir. Mektup kendisine gösterilince hemen Devlet Müzik Odası Başkanlığından çekilmek zorunda kalmış akabinde de opera yasaklanmıştır.

Opera daha sonraki zamanlarda Almanca olarak ancak İsviçre’de ve Prag’da oynanır. Bir de Mussolini’nin özel izniyle ve İtalyanca olarak Milano’da, Scala operasında. Fakat Alman halkı, o zaman hayatta olan en büyük bestecisinin yer yer çok büyüleyici bu olgunluk çağı operasından bir daha bir tek ezgi bile dinleyememiştir.

Bu olaylardan dört yıl sonra Almanya’da Naziler iktidardayken 1939’da ilk Türk kadın opera sanatçısı Semiha Berksoy Berlin Akademi Operasında, Richard Strauss festivali sırasında ünlü bestecinin “Ariadne Naxos” operasının başrolünde “Ariadne”yi oynar…

2014’te Ulusal Kitap Ödülü’ne layık görülen yazar Ursula Le Guin yaptığı konuşma unutulmazdır: “Kitaplar yalnızca meta değildirler; kâr dürtüsü çoğunlukla sanatın hedefleriyle ihtilaf içindedir. Kapitalizmde yaşıyoruz, onun iktidarı içinden çıkılamaz gibi görünüyor – kralların kutsal hakları da öyle görünüyordu. İnsana ait her iktidar, yine insanlar tarafından direnişle karşılaşabilir ve değişebilir. Direniş ve değişim çoğunlukla sanatta başlar.”

Sanat bazen yaşanan çağı tanımlar, bazen de sömürüye ve baskıya karşı son savunma hattıdır ve sanatçılar da her zaman eserleriyle değil kimi zamanlar da “kutsal bencillikleriyle” anılırlar…