Anti-Amerikan filmler dizisi-III | Soy Cuba: "Sen, Amerika! Benim adım Küba"

Sovyet yönetmen Mikhail Kalatozov’un yönettiği “Soy Cuba” (Benim Adım Küba), ülkedeki devrimin öncesini ve başlangıcını, ülkenin gene kendi ağzından dillendiren bir anlatıya başvururken, zaman zaman bir sanat eseri zaman zamansa bir propaganda filmi olarak anıldı

Anti-Amerikan filmler dizisi-III | Soy Cuba:

KAAN KAVUŞAN

 

Sovyet yönetmen Mikhail Kalatozov’un yönettiği “Soy Cuba” (Benim Adım Küba), ülkedeki devrimin öncesini ve başlangıcını, ülkenin gene kendi ağzından dillendiren bir anlatıya başvururken, zaman zaman bir sanat eseri zaman zamansa bir propaganda filmi olarak anıldı. “Bir filmin propaganda yapması her zaman kötü bir şey midir?” sorusunun cevabının çok net olarak “hayır” olmasını elbette pek çok kişi anlamayacaktır. Bunu belki başka bir yazıda tartışırız ancak Soy Cuba’yı, burjuvaların düşündüğü anlamda bir propaganda filmi olarak görmek de kesinlikle filme haksızlık olacaktır. Çünkü film ne bir yalan söylüyor ne de olan ufak tefek şeyleri abartarak devleştirme yoluna gidiyor. Soy Cuba’nın anlattıkları kesinlikle tarihsel doğrular. Zaten bu sebeple olsa gerek, film Sovyetler Birliği yıkılana kadar Batı’da gösterilmemiş, daha sonraysa sadece küçük festivallerde yer almıştı. Filmi bir arkadaşının önerisiyle gören Martin Scorsese olmasa, belki de hiçbirimiz bu filmi görmeyecektik.

Filmin açılışında Christoph Colomb’un ilk gördüğünde “Burası bir insan gözünün görebileceği en güzel yer” dediği bu ufak ülkenin kaderindeki Amerikan ve Batı karşıtlığı, anlatıcının, yani bizzat Küba’nın sözleriyle şöyle ifade ediliyor: “Senyor Colomb… Beni ilk gördüğünde şarkılar söyleyip gülüyordum. Gemilerini selamlamak için palmiye yapraklarımı sallıyordum. Gemilerinin mutluluk getirdiğini sanmıştım. Ben Küba’yım. Gemilerin şekerimi alıp gözyaşlarımı bana bıraktılar. Garip şeydir şu şeker Bay Colomb, içindeki onca gözyaşına rağmen hâlâ tatlıdır.”

Bu sözlerde gram yalan olmadığı gibi, tarihsel olarak da tutarlı bir perspektif var. Küba’nın kaçınılmaz Batı karşıtlığı, Amerika’nın keşfiyle başlamış oluyor. Diğer Orta Amerika halklarının aksine, aşırı barışçıl bir halk olan Taynoların ülkesi, çok kısa bir süre sonra, İspanyolların sömürgesi haline geliyor. Geliyor gelmesine ama ülke, daha Batılılarca ilk keşfedildiği andan itibaren yeterli ekonomik kaynağa sahip olmayan İspanya ile birlikte, Amerikalı iş adamlarınca da sömürülmeye başlıyor. 1800’lü yılların ortalarından itibarense Amerikan emperyalizmi tamamen ülkenin ekonomik hayatını ele geçiriyor.

İKİ AYRI KÜBA

Kalatozov’un Soy Cuba’sı, tam da devrimin öncesinde, Amerika’nın bir “günah cenneti”ne çevirdiği Küba’ya kamerasını çevirirken, ABD’nin askeri desteğiyle başa geçen General Batista’nın egemenliği altında kurulan iki Küba’yı ortaya serme amacı sunuyor. Bir yanda, genelde Amerikalıların doluştuğu devasa oteller, kumarhaneler, gece kulüpleri ve genelevleri var. Kalatozov bu sınırsız eğlenceyi gösterirken, yaratıcı ve deneysel kamera hareketleriyle gerçekten de Amerikan Rüyası gibi baş döndürüyor. Bu dünyada rüyanın, en yasaksız hali yaşanırken, diğer dünyadaysa o gece kulüplerinde totemlerin etrafında dans eden ve gece sonunda fuhuş yapmak zorunda kalan kızların ülkesi, ikinci bir Küba var. O Küba’da Amerikan sömürüsünden, sefaletten ve açlıktan daha fazlası yok. Şu dolu taşların üzerinden sıçrayarak gidilen, tepesi teneke kaplı evlerde yaşanmaya çalışılan bir hayat var. Sokaklarındaysa Amerikan denizcilerinin dolandığı, Kübalı kadınları hep beraber kovalayıp taşkınlık çıkardıkları bir ülke bu…

Ülkenin şehirlerinde bunlar olurken köylerinde yaşanan da farklı değil. Çiftçi ekinini ekmiş ama toprak kendine ait değil. Filmin ikinci hikayesinde gördüğümüz üzere, borç harç içinde olduğunu belirten ve şeker kamışını toplayarak açlığından kurtulmak isteyen tarım işçisi, birdenbire, arazinin sahibi tarafından bir Amerikan Şirketi’ne satıldığını, bu sebeple de ürününün bir işe yaramayacağını öğreniyor. Daha da kötüsü evi de o arazinin üstünde olduğu için bir de evsiz kalıyor. Amerikan emperyalizminin girdiği her yerde olduğu gibi yine işçi ve köylü sınıfları mülksüzleşirken, işbirlikçi burjuvazi kazanmaya devam ediyor.

YARATICI TEKNİĞİYLE ÖNCÜ

Yönetmenin yakın çekim uzun planları sürekli bizi filmin içinde tutmaya devam ederken, üçüncü hikâyede bu sefer üniversitedeki Batista karşıtı mücadeleye odaklanıyor film. Bu kısımda daha çok işbirlikçilerin hikayesi var. Her gün bir üniversiteli genç ölürken, polisin ve jandarmanın gaddarca tavrı göz önüne seriliyor. Bu bölümdeki, uzun tek plan cenaze sahnesini bugün üniversitelerin sinema bölümlerinde ders olarak gösteren fakülteler var. Filmin son hikayesiyse, bir köylünün özgürlüğe giden yolda Fidel’e katılmasıyla ilgili. Amerika’nın sattığı uçaklarla bombalanan evinin ardından kendi kaderini ele geçirmek istiyor bu adam da. Film ellerinde çapayla dolaşan insanların, tüfeklerle devrime yürüyüşü aşamasında sona eriyor ve biliyoruz ki Castro’nun günü geliyor…

Film, özellikle ilk saatinde yoğun bir Amerikancılık eleştirisi sunuyor, ikinci saatindeyse bu yönelime bağlı olarak yerel Amerikan işbirlikçilerinin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya çalışıyor. Tabii ki propagandasını da yapıyor. Böyle haklı bir mücadelenin propagandasını niye yapmasın ki? Ancak dağlarda savaşla geçen beşinci bir hikâyenin, filmden çıkarıldığını belirtelim. Öte yandan sosyalist olmayan, bu fikre yakınlık duymayacak insanların bile kabul edeceği bir estetiğe sahip Soy Cuba. Daha çok izlenmeyi, daha çok bilinmeyi kesinlikle hak ediyor.