Ufuktaki gerçek: Zor günler

Irmak Ildır yazdı: 'Ufuktaki gerçek: Zor günler'

Yazı yazmanın en büyük güçlüğü nedir? Kelimeleri bir araya getirerek ahenkli bir anlatıma sahip olmak mı, yoksa anlatmak istediğiniz şeyi doğrudan okura aktarabilecek bir mantığa sahip olabilmek mi? Bir yazar, üstün bir kitabet bilgisine sahip olduğu zaman mı yazı yazmanın güçlüklerini aşabilir? 

Ünlü şair, tiyatro yazarı ve eleştirmen Bertolt Brecht, yazı yazmanın güçlüğünü hakikati yazarken karşılaşılan zorluklara bağlıyor.  Brecht, hakikati yazmak için beş özelliğe sahip olmak gerektiğini belirtiyor. Bu beş özellik cesaret, feraset, değerlendirme becerisi, yargı geliştirme ve yaygınlaştırma gücü olarak özetleniyor. [1] Dolayısıyla bu beş özelliğin tamamına sahip olmak bir yazının da yazılmasını kolaylaştırıyor. 

Bir yazı kendiliğinden yukarıdaki beş özelliğe birden sahip olduğunu iddia edemez. Brecht’in ölçüt olarak koyduğu beş özelliğe sahip olup olmadığına yalnızca okur karar verebilir. Lakin bir yazı karmaşık bir zamanda gerçeğe atılan çengellerin ne anlama geldiğini bu ölçütler kıstasında değerlendirebilir.

Bugün, özellikle neler olup bittiğini anlamaya çalışıp bir yol çizmek isteyenler için bu önemli bir kıstas. Söz konusu ülke ve dünya siyasetindeki gidişat olunca Brecht’in “hakikati yazmak için” koyduğu beş ölçütü neden andığımızı daha iyi anlatabiliriz. Olay örgüsünün karmaşıklaştığı bir ortamda hakikat dışında açıklayıcı olabilecek başka bir seçenek yok. Bir başka şekilde anlatmak gerekirse bize bir “hakikat çıpası” gerekiyor. Öyleyse bu çıpa nerede bulunur? Yenilir mi, içilir mi, yoksa sezgisel olarak hissedilir mi?

Açıklayıcı olabilmek için adım adım gidelim. Ortaya saçılan belgeler, yargı süreçleri, Ortadoğu’da yeniden kurulan cepheler…. Her biri plansız olarak atılan adımlardan daha çok herkesin kendi hesabını gördüğü yeni pazarlık adımları. Ancak her bir başlığı yalnızca iç siyasi hesaplaşmalara indirger, kişiler üzerinden olguları açıklamaya çalışırsanız değerlendirme becerisi konusunda eksikli kalırsınız. 

Örneğin Soner Yalçın Çarşamba günü yazdığı yazıda böyle yapıyor. Trump’ın Kudüs kararı üzerinden Ortadoğu ve emperyalizm başlığını ele alan Yalçın, gerçekten “cesaret sahibi” açıklamalar yapıyor ama ne yazık ki ferasetli davranamıyor. [2]  Esas da olan şeyin bir adamın iktidarını sağlama almak için attığı adımlar olarak görürseniz, kendi ülkenizde her yaşanan gelişmede “İşte şimdi gidecek AKP” şeklinde açıklarsınız. Eğer bu konuda yanıldığınız ortaya çıkarsa da bu sefer “iç çelişkilerden” söz eder, aktörlerin bu çelişkilerden yararlandığını bahsetmeye başlarsınız. 

Hâlbuki söz konusu yazının da dâhil olduğu anlayış denklemin bir tarafındaki değişkeni atlıyor. Denklemin bir tarafında  “sermayenin dinamikleri” olarak adlandırabileceğimiz bir değişken var. Bu değişkene göre bugün bir pay kapma savaşı var ve bu pay daraldıkça sermaye en iyi bildiği şey olan saldırganlık konusunda adımlar atıyor. Bu pay kapma mücadelesinde sermayenin en büyük sorunu devamlılık. Özellikle iş bağımlı ülkelere gelince bu sorun katmerlenerek artıyor. Bu durumda pazar payını yükseltmek için “pazarlık payını” arttırmak gerekiyor. 

***

Türkiye gibi bir ülkede işler dolayısıyla karmaşıklaşıyor. Sermayenin dinamikleri açısından büyüme temposunun devam edebilmesi için “bağımlılık ilişkilerinin” derinleşmesi, uyum sağlanması ve pazarlık payının arttırılması gerekli. Bu üçlü saç ayağı düzgün kurulmazsa masanın devrilmemesi için bu sefer ek önlemler almanız gerekiyor. Bu ek önlemin başında sermayenin emek üzerindeki denetiminin ve sömürüsünün artması geliyor. 

Bu ek önlem için şimdiden düğmeye basılmış durumda. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın asgari ücret belirleme komisyonu toplantısında “işçiler de fedakârlık yapmalı” açıklaması bu duruma bir örnek. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in “enflasyonla” ya da “istihdam artışı için esneklik şart” açıklamaları da bu şekilde okunabilir. 

Ancak bu iki açıklamanın dışında bir başka gelişme daha var ki; gündemin ayrıntısında aradan kaçmamalı. Sermayenin lokomotif sektörlerinden olan metal sektöründe patronları temsilen konuşan MESS’in kendi sektöründeki toplu sözleşme görüşmelerine ilişkin “bu kadar ücret artışı istemeyin herkes kaybeder” açıklaması önümüzdeki dönem açısından belirleyici bakış açısının ne olduğunu gösteriyor. Sermaye, önümüzdeki dönemi kaybetmemek için “hepimiz aynı gemideyiz” mesajını daha çok verecek. Bu mesajın ne denli etkili olup olmayacağını kimin hangi düzeyde örgütlü olduğu gerçeğini belirleyecek. 

O nedenle MESS’in açıklaması kadar metal işçisinin göstereceği tavır ve örgütlü güç de aynı şekilde önem kazanıyor. Mesele yalnızca dar bir ekonomik ve sosyal haklar penceresinden ele alınamaz. Mesele memleketi hangi anlayışın şekillendireceği meselesidir Bunun farkında olan sermaye sınıfı bu konuda adımlarını atıyor. Her türlü örgütlenme hamlesini istikrarlı bir biçimde ezmeye, yönlendirmeye ya da bozmaya çalışıyor. 

Bu hamlelere karşı şimdiye kadar tepkisel bir duruş dışında bir şey geliştirilmiş durumda değil. Öte yandan, tepkisel duruşun yanı sıra biriktirerek ilerlemek gerekiyor. Sanırım bunu en iyi metal işçileri 2015 yılında verdikleri mücadeleyle biliyor. 

Birikime sahip olmayan önümüzdeki “zorlu günlere” hazırlanma şansı yok. İşte bir de hakikat çıpasını buradan kavramak ve gözümüzü buraya dikmek zorundayız. Yoksa hakikati anlatmanın beş zorluğundan birine takılıp “çuvallarız”. Çuvallamamak için hakikati kavramak ve bunu güce dönüştürmek zorundayız. 

Var mısınız bunu yapmaya?

Notlar

[1] Brecht’in yazısı 1935’te yayınlandı. Dönem Almanya’da faşizmin iktidara geldiği ve Dünya çapında faşizmin emperyalist sistemi savaşa doğru sürüklediği bir zamandı. Bu nedenle Brecht “hakikatten” söz ederken, aslında buradaki gidişata karşı ülkesindeki ve dünyadaki yazarlara sesleniyordu. Zaten hayatını “hakikate” adamış birinden başka türlü bir şey beklemek mümkün mü?  Yazının İngilizce versiyonu için: http://ada.evergreen.edu/~arunc/texts/theater/brecht/fiveDifficulties.pdf

[2] Soner Yalçın’ın yazısı için: http://odatv.com/trump-kudus-karariyla-neyi-amacliyor-0712171200.html