Sermayenin ekonomisi: Kaygan zeminde dans

Sermayenin ekonomisi: Kaygan zeminde dans

18-10-2017 04:38

Bu hafta PUSULA'da, Türkiye ekonomisinin geleceğini değerlendiriyoruz.

Neo-liberal kıstaslara göre Türkiye’nin önümüzdeki dönem “rekabet edebilirlik” sorunu yaşamaya devam edeceği göz önünde bulundurulursa, sermaye sınıfı için önümüzdeki dönem iki seçenek kalıyor: yeni pazarların fethi ve emekçilerin daha fazla sömürülmesi.

Türkiye’de ekonomi tartışmalarının konusu uzun yıllardır hep aynı noktada seyrediyor. 2001 krizinden sonraya ortaya çıkan ekonomi-politik anlayış kendini daha ne kadar sürdürebilir? Her şeyi yıkıp geçecek, büyük kriz kapımızda mıdır? Yoksa “beton-finans-Sakarya” ile ekonomi Avrupalıların kıskandığı, Amerikalıların uykularını kaçıran bir ekonomi haline mi gelmiştir?

Ekonomide bütün yaklaşımların ortak noktasını 2001 krizinin bir dönüm noktası oluşturduğudur. Ancak bu noktadan sonra işler sarpa sarıyor. Ekonomide yaklaşımlar “sınıfların dünyası” olmaksızın anlamlandırılamaz. Dolayısıyla ekonomideki tartışmanın ana noktasını anlamlandırabilmek için “hangi pencereden bakıyoruz?” sorusunu sormak gerekli.  Bakacağınız pencere sayısı ise sınırlı. Bu pencerelerin birinde “şaşa” var, diğerinde ise “pamuk ipliğine bağlı” hayatlar var. Bu iki pencereyi anlamak için sınıfların “hareket yasalarını” bakmak ve ekonominin “hareket denklemini” çıkartmak gerekiyor.

Ekonomide kaygan zeminin arka planı

Hareket denklemini belirlemek için genel yapının eğilimini ortaya koymak lazım. Günümüzde sermayenin ekonomisinin genel yapısı kaygan zeminde dans etmektedir. Bu kaygan zemin bugün oluşmadı. 12 Eylül’den bu yana uygulanan politikalar AKP tarafından ana mantığı korunarak devam ettirildi. Peki, bu ana mantık nedir?

12 Eylül sonrası uygulamaya konulan “dışa açılma” politikası, emperyalist merkezlerdeki neo-liberal politikaların Türkiye’ye uyarlanmasıydı. “İhracata dayalı büyüme stratejisi” temel olarak Türkiye’nin dış piyasalara bağlanarak ekonomik altyapısını buna göre şekillendirmesini amaç edinmişti. Bunun için kamunun ekonomideki ağırlığı azaltılmış, sosyal harcamalar kısılmış, emekçileri koruyan politikalardan vazgeçilmiş, finans sektörünün belirleyiciliğinde bir “büyüme” politikası izlenmeye karar verilmişti.

“Şok doktrini” olarak bilinen bu uygulamalar serbest piyasayı “her şeyin tanrısı” haline getirdi. Bu dönem ekonomi sermaye lehine hızlı bir biçimde büyüdü. Öte yandan, ihracata dayalı büyüme stratejisi Türkiye tipi ülkelerde emekçiler için yıkım anlamına geldiği gibi, “iç çelişkileri” de besledi. Bu iç çelişkilerin sonucu enflasyon hızla arttı, kamu açıkları katlanılmaz hale geldi ve finans sektörü bir “kara delik” haline dönüştü.

90’lı yıllarda yaşanan etkiler, 2001 kriziyle beraber sermaye için “yeni başlangıç” noktasını oluşturuyordu. 94 ve 2001 krizleri Türkiye ekonomisinin yeniden yapılandırılması, bu bağlamda siyasetin de başka bir aşamaya geçirilmesine neden oldu. 2001 sonrası uygulama konulan politikalar, 12 Eylül sonrası politikaların daha ilerisini amaçlıyordu.

AKP’nin ilk yılları hızlı bir özelleştirme dalgası, finans sektörünün geliştirilmesi ve Türkiye’ye doğrudan sıcak para akışının sağlandığı yıllar oldu. Bu sayede 2001 krizinden sonra sermaye birikimi hızla arttı. Büyüme oranları 2002-2007 arasında kapitalizmin genel eğilimi doğrultusunda yüksek hızda seyretti. Bu dönemde yüzde 7’e yakın büyüme oranı yakalanırken, 2008 yılındaki finansal krizle işler değişti.

ABD merkezli başlayan kriz 2008’de ekonomide durgunlaşmaya, 2009’da ise küçülmeye neden oldu. Daha çok “kriz bizi teğet geçecek” söylemiyle hatırlanan bu dönem, ekonominin küçüldüğü ve işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir aralığa neden oldu. O dönem krizin merkez ülkeleri bir kenara bırakıldığında, Türkiye krizden en çok etkilenen 6.ülke olarak tespit edilmişti.

2009 yılından sonra ekonomide genel tespit “kırılganlık” üzerinde şekillendi. Kâh büyüyen, kâh durgunlaşan ekonomi bugünkü görünümüne kavuştu. Geçmişle kıyaslandığında ekonomide “büyüme oranları” dış girdilere daha fazla bağlı hale gelirken, enflasyon ve işsizlik temel sorun olarak korunmaya devam ediyor. Orta Vadeli Plan (OVP) kapsamında bu iki başlık “yakıcı” olarak alınırken, iktidar dâhil tüm kesimler bu sorunların “yapısal” hale geldiğini ifade ediyor.

İbre “negatifi” gösterirken: Sermaye nereye yönelecek?

Yapısal sorunlar, neo-liberal ekonomi-politiğin Türkiye’deki sonuçlarından kaynaklanıyor. Finans sektörü etrafına dizilen ve altyapı yatırımlarıyla, geleneksel imalat sanayinin etrafında kümelenmiş tekelleri zengin etmek dışında bir işe yaramayan sistem güç yanını sürekli besliyor. AKP’nin çok “övündüğü” ihracat-ithalat verileri cari açık olgusunun yerleşmesini teyit ediyor. Son 12 ay itibariyle 37 milyar dolarlık cari açık oluşurken, dış ticaret hadleri de 2016 itibariyle “ters yönde” görünüm seyrediyor. Bir başka deyişle ihracata dayalı büyüme toplumu yoksullaştırma eğilimini güçlendirmiş durumda.

Bu noktada AKP’nin ekonomi-politiğini etkileyecek bir başka olgudan daha söz etmek gerekiyor. Sermayenin yeni pazarlara açılma isteği ile bu pazarlara ulaşma yeteneği arasında açı giderek artıyor. Türkiye’nin dış ticaret yaptığı ülkelerde Avrupa Birliği ülkeleri önemli rol oynuyor. Bununla beraber zaman zaman bu tabloya Rusya eklenirken, Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasıyla Irak da bu listede tepelere oturdu.

Ortadoğu pazarının Türkiye için anlamı büyük. ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi ile sermaye sınıfının bu pazarları istilası kayda değer bir paralellik oynuyor.

İkinci Cumhuriyet’te sermayenin rant ve ticaret üzerinden almak istediği pay giderek artıyor. Dahası sermaye sınıfı 2000’lerden bu yana ABD’nin çizdiği “ara ülke” rolünü oynamaya çok hevesli. Öte yandan bu rolün sermaye sınıfının arzuladığı büyümeyi ve kâr oranlarını veremeyeceği açık. O nedenle sermaye sınıfı Ortadoğu’da ve AB ile olan her gerilimde hop oturup hop kalkıyor. Önümüzdeki dönem bu başlıklardaki gelişmeler, Kürt krizi ve AB’nin yaşadığı sorunların, sermaye için yeni bir fırsata dönüşüp dönüşmeyeceği giderek ağırlık kazanacak.

Önümüzdeki dönemin pratiği

Yukarıdaki sorunun kendisi iki sonuç doğuruyor. Neo-liberal ekonomide önemli bir rol oynayan net sermaye ihracı Türkiye için son yıllarda “eksiye” düşmüş durumda. Uluslararası değerlendirmelere göre Türkiye’nin doğrudan yatırım çekme kapasitesi de azaldı. 2014 yılından itibaren dalgalı bir seyir izleyen Türkiye, 2012’den itibaren ülkeye çektiği sıcak parayı da kaybetmiş durumda. Bu durum “kur savaşları” ve FED’in faiz arttırma eğilimiyle perçinleniyor. AKP ise OVP’de 2018 itibariyle bu tablonun tersine döneceğini iddia ediyor. Özelleştirecek kurum kalmadığına göre AKP’ye sıcak para çekme uğruna Ortadoğu’da yeni roller üstlenmek dışında bir şans kalmıyor.

Dolayısıyla önümüzdeki dönem ekonominin seyri AKP’nin bölgede edineceği rolle yakından bağlantılı olacak. Bu ekonomik büyümenin sermaye için sürmesi, emekçiler için yeni faturaların çıkartılması anlamına geliyor. Zira kredi genişlemesi ve kamu yatırımlarıyla sürdürülmeye çalışılan büyüme temposu için önümüzdeki dönem “kamu açıklarının” belli bir oranın üzerine çıkmaması gerekiyor. Bunun için de vergi artışları önümüze konulmuş durumda.

Neo-liberal kıstaslara göre Türkiye’nin önümüzdeki dönem “rekabet edebilirlik” sorunu yaşamaya devam edeceği göz önünde bulundurulursa, sermaye sınıfı için önümüzdeki dönem iki seçenek kalıyor: yeni pazarların fethi ve emekçilerin daha fazla sömürülmesi. Dolayısıyla önümüzdeki dönem sermaye sınıfı açısından ülke siyasetine işbirlikçilik ve piyasacılık damgasını vuracak demektir.

Bu gerçek aklımıza “mıh gibi” kazınmalıdır.