Sanayisiz, tarımsız bir hizmet ekonomisi

Sanayisiz, tarımsız bir hizmet ekonomisi

18-10-2017 04:38

PUSULA'da bu hafta Deniz Olcay hizmet sektörü şişerken gerileyen sanayi ve tarım sektörlerini anlattı.

Deniz Olcay

 

Türkiye ekonomisi açısından ise bu vasatlığın bir çıkış sunmadığı ve gerçek bir gelişme yolunu açmadığı görülüyor. AKP’nin yumuşak karnı olan bu çarpık ekonomik yapının dışarıdan destekle ayakta kalmayı sürdürmesinin sonu elbette olacak.

 

80’li yıllarda tartışılmaya başlayan ve 90’larda fiili bir şekilde karşımıza çıkan ve AKP iktidarı döneminde “kalan ne varsa sat sat sat” nidalarıyla devam eden özelleştirme hamleleri ile kamuya ait işletmeler kelimenin tam anlamıyla peşkeş çekildi. Peşkeş çekilen işletmelerin bir bölümü satılır satılmaz kapatıldı ve tasfiye edildi. Bu tasfiyeler sırasında yükselen sesleri bastırmak için liberal yazarların en önemli argümanlarından biri ise geleceğin sanayide değil hizmet sektöründe olduğuydu.

“Endüstri 3.0” olarak tanımlanan dönemde; sanayi işletmelerinin gelişmiş kapitalist ülkelerde otomasyonla verimlerinin arttırıldığı, işgücünün nüfus yoğunluğuyla da ilişkili bir şekilde ucuz olduğu geri kalmış ülkelerde ise bu verimin de aşıldığı, her ikisinin de birleştiği durumlarda ise inanılmaz karların ortaya çıktığı dönemde bu durumun onlar açısından en kolay açıklanabilir hali elbette buydu.

Sanayisiz ve tarımsız bir ülkeye gidiş yolu

Teknoloji ve araştırma-geliştirme yatırımlarının yok denecek kadar az olduğu ülkemizde aynı çevrelerin yıllardır gazete köşelerinde yazdıkları ise tekstile dayalı bir sanayinin yıkılmaya mahkum olduğu, 10 uçak dolusu tekstil ürünü ihraç edilse bile o uçaklardan birinin fiyatı kadar ciroya ulaşılamayacağıydı.

Bu durumda mantıklı olan ağır sanayi hamlesini teşvik olmayacaktı elbette. Yerli sermayedarlara Çin’de üretimin cazibelerini övmeye başlayarak, Türkiye’deki şımarık (!) işçilerle uğraşmamaları ve neredeyse beşte bir maliyetle aynı ürünleri üretebileceklerini telkin etmeleri de bunu takip etti.

Peki hiç mi gelişmiyordu sanayi? Elbette arada beyaz eşya, hatta otomobil bile üreten çıkıyordu fakat ya teknoloji ithal ederek ya makineleri ithal ederek ya da sadece Türkiye’de parçaları monte ederek.

Bu sırada iktidar ise iki şeyle ilgileniyordu. Birincisi ekonomini yükselen yıldızı inşaat sektörü, diğeri ise kendi prestijlerini gökyüzüne çıkartacağını umdukları yerli otomobil hayali.

Sanayiden sonra akla gelen diğer üretim sektörü tarımda ise yerli tohum neredeyse tutsak alındı, iktidarın oy deposu Karadeniz’de fındık üreticisi kaderine terk edildi, siyasi gelgitler sebebiyle Rusya kapısından dönünce kilosu 5 liraya kadar düşen domates halk tarafından sevinç çığlıklarıyla (!) karşılanır oldu.

Şişen emek cehennemi: Hizmet sektörü

Sanayinin gelişmediği, tarım ve hayvancılığın gerilediği Türkiye’de ise hizmet sektörü sürekli olarak gelişimin altın çocuğu olarak lanse edildi. Peki neydi bu hizmet sektörü?

Sayıları hızla artan çağrı merkezleriydi örneğin. Çin’den getirilen ürünlere teknik destek vermek için kurulan, telefon/internet borçlarını ödeyenlerin yeniden aboneliklerini açtırmak için aradıkları veya kredi kartlarını ödeyemedikleri için yasal takip sürecine giren yaklaşık 500 bin kişinin aranması için sayıları artan çağrı merkezlerinde asgari ücretin üzerinde iş bulmanın gerçekten mucize olduğu ise herkesçe bilinen bir gerçek.

Temizlik şirketleriydi örneğin. Hastanelerde kuyruklar bitmiş (?) olsa da 1 ay sonrasına internetten zorla gün aldığınız hastanelerde tek tip elbiseleriyle gördüğümüz temizlik işçilerinin de asgari ücretle çalıştığını hepimiz biliyoruz. Şirketin cebinde kalan ise bu tür işlerde ortalama olarak işçi maliyetinin yaklaşık iki katı olduğu için özellikle kamu kurumları bu şirketlerle birlikte çalışıyor.

Güvenlik şirketleriydi örneğin. Çıkartılan yasayla üniversitelerden, adliyelere kadar her yerde karşımıza çıkan, ellerindeki aletlerle üzerimizi bilim kurgu filmindeymiş gibi hissettirerek arayan güvenlikçiler de asgari ücretle çalışıyor. Üstelik bu şirketlerin sahiplerinin veya yöneticilerinin de çoğunlukla bürokrasiyle bağları devam eden eski/emekli asker/polis olduğu, işin doğası gereği olduğu ileri sürülerek muntazam bir disiplin dayatması yapıldığı ve çoğunlukla vardiyanın tümünde güvenlik işçilerinin iki dakika bile oturamadığı bir çalışma ortamı olduğunu da kenara yazmak gerekiyor.

Bankalardı örneğin. Hedef baskısından, “mobbing”den emekçilerin intihar etmeye başladığı, “köklü” denilenlerinde bile 3-4 yılda bir artan maliyetler bahane edilerek toplu işten çıkartmaların olduğu bu işletmelerde de işe alımların büyük kısmının asgari ücretin biraz üzerinde yapıldığı biliniyor.

Okullardı örneğin. Uzatmaya gerek yok, artık mülakatı geçen şanslı azınlıkta olmayan öğretmenlerin asgari ücretin de altında ücretli/sözleşmeli çalıştığı herkesin malumu.

Bu liste uzar gider ama işkollarındaki dönemsel niceliksel büyümenin bile sürekliliği olmadığı ve emekçilerin her koşulda yoksulluk hatta açlık sınırının altında çalışmak zorunda kaldıkları açık bir gerçek. Ayrıca bu sektörlerdeki niceliksel büyümenin uç örnekler dışında ulusal ekonomiye ihracat katkısı yapamadığı da hayli net.

Turizmi baltalayanların ülkesi

Peki döviz getirecek en önemli hizmet iş kolu turizm ne durumda?

Bir ülke düşünün. Üç tarafı denizlerle çevrili, kuzeyinden güneyine ormanların ve kamp alanlarının olduğu, derelerinin/su kaynaklarının sayısının hayli fazla olduğu, dünyanın en güzel kanyonlarının kimilerine ev sahipliği yaptığı, güneşin doğuşunun büyüleyici, batışının efsanevi şekilde izlendiği… İlk aklınıza gelen şeyin bu ülkenin turistik açıdan cezbedici olacağı ve turizm gelirlerinin de hayli tatmin edici olacağıdır.

Sonra alın elinize bir hayali kalem ve önce ormanları silip yerine sadece ikametçilerinin girebileceği beton evler koyun. Derelerinin üzerini karalayın ve yerlerine elektrik santralleri çiziktirin. Kanyonların yanlarına plastik büfeler, güneşin doğuşunu ve batışını izlediğiniz yerlerin etrafına cips poşetleri serpiştirin…

Türkiye’nin son yıllara ait turizm gelirlerini incelediğinizde siyasal çalkantıları, katliamları, darbe girişimini ve benzeri parametreleri dışarda bıraktığınız zaman istikrarsızlığı yalnızca böylesine masumane bir açıklaması olacaktır.

Bu masumane serzenişler bile en basitinden turizm için eğitilmemiş yöre halkını, dönemsel kiralamalar da sonrasını düşünmeyen ticari anlayışı, bulduğu her araziyi paraya çevirmek (güncel trend bilindiği üzere Katarlılara satmak) için heveslenen yerel yönetimleri ve doğayı mahvetse bile hangi işten kazanacaksa kazansın sermayeyi destekleyen merkezi iktidarı hedef gösteriyor.

Turizm gelirlerinin merkezindeki iki ülke Almanya ve Rusya’yla devam eden inişli çıkışlı ilişkiler, ABD ile yaşanan vize gerginliği, AB ülkelerinden sıklıkla yapılan Türkiye’de yaşayan vatandaşlarına yönelik güvenlik uyarıları ise yukarıda saydığımız basiretsizliklerle birleştiğinde önümüzdeki dönemin de bu sektör için parlak geçmeyeceğinin aleni birer göstergesi. Hal böyle olunca turizm sektöründe çalışan işçilerin sorunlarının başına işsizlik tehlikesi yazmaya başlayacak.

Türkiye ekonomisi açısından ise bu vasatlığın bir çıkış sunmadığı ve gerçek bir gelişme yolunu açmadığı görülüyor. Bütün bu kriterler önümüzdeki dönem “gittikçe büyüyeceği” varsayılan hizmet sektöründe emek mücadelesinin de gittikçe sertleşeceğinin de birer göstergesi. AKP’nin yumuşak karnı olan bu çarpık ekonomik yapının dışarıdan destekle ayakta kalmayı sürdürmesinin sonu elbette olacak.