RÖPORTAJ | Alev Doğan ile günümüz sineması üzerine

RÖPORTAJ | Alev Doğan ile günümüz sineması üzerine

RÖPORTAJ | Alev Doğan ile günümüz sineması üzerine

RÖPORTAJ | Hem üretir hem de o disiplinin gelişmesi için katkı koyarsın ve bunu birlikte yaparsın. Biz de “sinema eleştirmeni” diye garip bir meslek türediği için açıkçası o laflar sahici gelmiyor, oturmuyor bir yere. Çünkü izleyici sayısı kadar eleştiri tasarrufu var. Tek gerçek kavram sinemacıdır, sinema eleştirmeni diye bir şey yoktur.

 

– 2000’lerden bu yana sanki Türk sinemasında belirgin bir farklılaşma bir değişim yaşanıyor gibi. Filmlerdeki, konular, kahramanlar yerlerini nelere kimlere bıraktı? Değişen, dönüşen ne?

90’lar sineması büyük ölçüde 12 Eylül’ün de etkisi ile daha ağırlıklı olarak yenilgi psikolojisinin ürünü olan filmlerle dolu. Doğrudan bir politik gönderme olmasa dahi filmlerde, izleyici dikkat edecektir, hep bir kasvet, sıkışmışlık, bunalım hali var. 2000’ler ile beraber bu biraz aşıldı. Eh bir de yeni kuşak sinemacılar ortaya çıktı. Bunu yalnızca yaş kuşağı olarak almayalım, sinema algısı olarak da yeni bir kuşak. Bir de sonuç olarak sinema, ilk çıkışından beri bir meta. Bu yüzden uluslararası tekellerin, festivallerin ne istediği, sana neyi dayattığı da önemli. Baktılar, bu yenilgi havası daha fazla gitmiyor, farklı biçimsel ve tematik arayışlar içerisine girdiler. Bir de yenilgi denilen şey sana sınırlı malzeme sunuyor. Örneğin bir toplumsal direniş öyle değil. İspanya’da ya da Yunanistan’da yaşanan iç savaş örneklerine dair yüzlerce hikâye çıkartabilirsin. Ama başta dediğim gibi anlatıcı da bir noktada sıkıştı, izleyici de sıkıldı bu nedenle yeni arayışlara yöneldiler.

– Biz sıradan sinema meraklılarına şu yeni sinemayı 2000’ler sinemasını basitçe tarif edebilir misin?

Estağfurullah. Öyle sıradan yönetmenler var ki ve bu sıradan işleri öyle büyük pazarlıyorlar ki, izleyiciye sıradan demek ayıp olur. Şimdi 1997 yılında “Masumiyet” filmi ile hayatımıza Zeki Demirkubuz diye bir adam girdi. Açıkçası herkesi oldukça heyecanlandıran, iyi işler yapacağının sinyallerini veren bir yönetmen. Biçimi arka plana itmiş, tema ve işleyiş ile kendi rüştünü ispat etmeye çalışan zehir gibi bir anlatıcı. Ama sonra ne oldu; aynı adam, “Bulantı”, “Yeraltı” gibi filmlere imza attı. Sıkıcı, oldukça sıkıcı filmler. Ve izleyicinin onun filmlerini sıkıcı bulmasının suçunu yine izleyiciye attı. Siz beni anlamıyorsunuz noktasına getirdi. Hâlbuki öyle değil, senin filmlerin düpedüz bayağı filmler. İzleyici “Üç Maymun”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” gibi filmleri anlıyor da bir senin filmlerine mi kafası basmıyor. Ben bunu kabul etmiyorum, bu kişilik tarzını sinema tarihi de kabul etmeyecektir. Kibirli, üstten… Zeki Demirkubuz bir örnek 2000’ler sineması açısından.

Nuri Bilge Ceylan başka bir kategori. Ulusal Sinemanın inşaası için çok katkı koymuş bir isim. Filmlerinin kamera arkası görüntüleri mesela, al okullarda ders olarak okut.  Buram buram bir özgüven var ama Demirkubuz’daki gibi içi boş bir özgüven değil, işini doğru ve titiz yapmanın özgüveni. Biçim ve temanın birbiri ile yarıştığı filmler. Yani NBC’yi överken kullanılan “fotoğraf karesi gibi film” önermesi aslında talihsiz bir cümle. O görüntülerin arkasında bir hikâye var, dramatik çatışmanın, kurgunun çok ustalıkla işlendiği bir hikâye.

Bir de yaş olarak da bu saydığım isimlerden ayrılan aslında 2000’ler sinemasının ana omurgasını oluşturan isimler var. Özer Kızıltan “Takva”nın yönetmeni, Emin Alper “Tepenin Ardı” ve “Abluka”nın yönetmeni, Tolga Karaçelik “Sarmaşık”ın yönetmeni, Kıvanç Sezer mesela “Babamın Kanatları”nın yönetmeni… Bu yönetmenlerin özelliği, bireysel gibi görünen çok sıradan hikâyeleri toplumsal bir zemin üzerinde ayakları üzerinde durdurarak anlatmaları. “Takva” mesela, siyasal İslam ancak bu kadar güzel tarif edilirdi. Hâlâ kimi dönem açıp “yahu ne sağlam iş yapmışlar” demek için izliyorum.

Başa dönecek olursak, Zeki Demirkubuz benim nezdimde Hegel gibi, ama sonra ne oldu Marx geldi ayarı verdi gitti. 2000’ler sinemasının ana omurgasını oluşturan bu saydığım isimler de öyle olacak. Yalnızca Zeki Demirkubuz’a değil, Avrupa sinemasından ikame, bize sanat filmi diye yutturulan ancak içi bomboş filmlere imza atan yönetmenlere. Semih Kaplanoğlu bunun bir örneği. “Yusuf Üçlemesi” mesela. Bayılıyorlar, bol diyalogsuz, akmayan, dramatik çatışması olmayan filmleri sanat filmi diye kakalamaya. Gerçekten sıkıldık artık. Misal bir karakter var filmde, basit bir soru yöneltiliyor kendisine, “çay içer misin” örneğin, 7 dakika susuyor o karakter, bir yerde su şırıldıyor, arkada demlik kaynıyor, kuzular geçiyor falan. Yahu arkadaş o karakter, o soruya evet ya da hayır dese, bir yanıt verse, izleyici “hımmm cevap verdiğine göre yeterince feleğin sillesini yememiş” mi diyeceğiz? İzleyici bu kadar salak yerine konur mu? Derdiniz ne sizin? Gerçeklikten bu kadar kopulur mu?

Ha bir de arada kafayı kimlik siyasetine takmış, dünyanın asli çelişkisinin bu olduğu konusunda direten isimler var. Özcan Alper gibi. Bakıyorsun filmlere, ne anlatmak istediğini aslında kendisi de bilmiyor. En ufak bir dramatik çatışma yok. E, kardeşim sen ne anlatmak istiyorsun diye sorunca da, hep aynı cevap. Seyirci beni anlamıyor…

– Bu “yeni” filmlerin toplumsal bir derdi var mı? Ya da ortak hafızamıza seslenen bir hattan söz edebilir miyiz?

Var elbet. Sıradan hikâyelerin, toplumsal gerçeklik içinde işlenme kaygısı var. “Sarmaşık” filmi mesela. O kadar gerçek ki, o karakterleri örneğin Cenk’i, örneğin Alper’i, örneğin İsmail’i o filmden al, bir gemiye koy, sırıtmazlar. Bu gerçeklik rahatsız ediyor izleyiciyi, çünkü yaşadığı gerçeklik ile birebir örtüşüyor. Dışarıdan bakıyor ona. Değiştirmek istiyor, reddediyor. İşte ortak hafıza burada devreye giriyor. Ya da örneğin, “Takva” bir karakterin dönüşümü, siyasal İslamın ikiyüzlülüğü o kadar iyi anlatılmış ki… Çık bakalım mesela Fatih’in Çarşamba semtine ya da Ümraniye’ye onlarca Muharrem görürsün. Ürkersin. O yüzden ben şahsen bu “yeni” olarak adlandırılan sinemanın, en çok izleyiciyi salak yerine koymama, onu önemseme refleksini seviyorum.

– Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları” (1964), Atıf Yılmaz’ın “Ah Güzel İstanbul”u (1966), Ö. Lütfi Akad’ın “Vesikalı Yârim”i (1968) gibi filmlerin kast ederek sormuştum.

Saydığın filmlerde de elbette tematik ortaklıklar, biçimsel ortaklıklar vardı. Ama Yeni dönem sineması hepsi kendi içerisinde farklı özgünlüklere sahip. Yeni anlatım tarzlarını denemekten çekinmiyorlar, belki auteur değil ama özgün işler çıkartıyorlar. 60’lar daha standart anlatım kalıplarına sahip filmler çıkarttı. Bir yandan da bu isimlerin şöyle bir özelliği var ki, filmlerinde sinizimin propagandasını yapmıyorlar. Al diyorlar kardeşim ben sana gerçekliği sunuyorum, onu eğip bükmeden ne yapacağım sana kalmış.

– Sende 2000 sonrası iz bırakan filmler var mı varsa hangileri ve neden?

Benim için “Takva”dır bu. Benim gerçekliğim ile çakıştığı için. Bir kadın olarak “yahu bu iş nereye kadar gidecek” diye sorduğumda o sorunun yanıtını ben “Takva”da buluyorum. Film hem bir sinemacı olarak her izlediğimde beni sarsıyor hem de izleyici olarak provoke ediyor.

Son zamanlardan ise “Sarmaşık” ve “Abluka”… İkisi de bence müthiş bir distopya örneği. Zaman, mekân, yer muallak ama buna rağmen gerçek, çok gerçek. Mesela “Sarmaşık”taki Cenk. Benim mahalleden çocukluk arkadaşım, bir başkasının sıra arkadaşı. E tabi Nadir Sarıbacak faktörü de var işin içinde. Çok büyük adam. Saygılarımızı da sunalım buradan.

Bilmiyorum dikkatini çekti mi şiir sokakta, şu sokakta bu sokakta gibi bir moda var kamera da sokakta ama çalışanlar mavi ya da beyaz yakalılar sınıfı kadraja bir girmiyor galiba…

Şiir sokakta beni şiirden soğuttu. Bu durumla ilgili Tatyos Bey bir tweet atmıştı “siz göğe bakarken İslamcılar iktidar oldu” şeklinde. Soruna gelecek olursak mavi ya da beyaz fark etmez işçi sınıfı o kadar ilgisini çekmiyor sanırım insanların. Kendileri ve yaşadıkları gerçeklik ile pek yüzleşmek istemiyorlar. Ama sen kafanı da çevirsen, görmezden de gelsen gerçek gerçektir ve seni yutmaya devam eder.

Bir de liberalizmin bize armağanı, kimlikler… Kimse o işçinin çocuklarına harçlık veremediği ile ilgilenmiyor ki, onun Ermeni olması, Kürt olması, trans olması, eşcinsel olması daha çok ilgi çekiyor. Çünkü kapitalist-emperyalist sistem dayatıyor bunu, aman asli çelişki konusunda kimse bir şey demesin de, kimlikleri bozdurup bozdurup anlatsın dursun. Çünkü biliyor ki o asli çelişki fark edilirse, bu sistem de yıkılacak.

– Türkiye’de sinema eleştirisi sinema eleştirmenleri üzerine neler söylenebilir? Şunun için sordum sinema eleştirmenleri bazı yönetmenlerin filmleri üzerine yazarken olur olmadık yerde ve bolca “Çehovyen damar” “Dostoyevskiyen etki” “Jean-Paul Sartreesk sinema” lafları sahici geliyor mu sana?

Ben açıkçası sinema eleştirisi ya da sinema eleştirmeni kavramını pek doğru bulmuyorum. Öyle bir meslek tarifi yok. Sovyetlerde öyleydi mesela, yönetmenlerin hepsi kuramcıydı. Doğrusu da bu. Hem üretir hem de o disiplinin gelişmesi için katkı koyarsın ve bunu birlikte yaparsın. Biz de “sinema eleştirmeni” diye garip bir meslek türediği için açıkçası o laflar sahici gelmiyor, oturmuyor bir yere. Çünkü izleyici sayısı kadar eleştiri tasarrufu var. Tek gerçek kavram sinemacıdır, sinema eleştirmeni diye bir şey yoktur. O üretme tasarrufu olmayan ama sinemadan da uzak kalamayan kişilerin kendine yakıştırması. Çünkü sinemayı sevmek başka onu bilmek başka. Okuyoruz, bir yönetmenin filmi ile ilgili eleştiri yazısı yazmışlar, diyor ki “bilmem kim yönetmen, bilmem ne filmi ile hayal kırıklığı yarattı” Yahu deli misin, neden hayal kırıklığına uğruyorsun ki? Garip bir anlam yükleme hali. Senin dostun mu, sevgilin mi, akraban mı da, sana bir kazık attı da hayal kırıklığına uğruyorsun. Bir filme böyle yaklaşılmaz ki. Evrensel insani değerlere ihanet etti mi ona bakarsın, biçimsel, tematik olarak bir hatası var mı onu kollarsın, bu disipline bir katkısı olmuş mu onu değerlendirirsin, o kadar. Çok seviyoruz duygusal bağ kurmayı. Gerek yok, altı üstü bir film.

Bir de bu toplamın yönetmen versiyonları var. Örneğin Zeki Demirkubuz, iki lafından biri . Fyodor Dostoyevski, Jean-Paul Sartre, Albert Camus ama filmlerini izleyince diyorsun ki “yahu bu adam okuduğundan hiç mi bir şey anlamamış”, tuhaf bir hal… Ekşi Sözlük’te bir yazar kendisi ile ilgili okur-cahil tanımı yapmış. Ne eksik ne fazla, tam olarak anlatıyor durumu… Örneğin, şu Nuri Bilge Ceylan tartışması ile ilgili demiş ki “Nuri Bilge Ceylan’ın hiçbir filmini izlemedim” Öncelikle bir yönetmen başka bir yönetmenin filmini izlememiş olmakla gurur duymaz. Sonra, madem izlemedin, “Üç Maymun”un kötü kopyası “Kor” filmini babam mı çekti?

Daha söyleyecek çok şey var elbet ama başka konulara, başka röportajlara umarım…

– Öyle olacak gibi de gözüküyor… Teşekkür ederiz.