Lenin’e karşı Wilson

Lenin’e karşı Wilson

20-11-2017 15:14

Otuz yıl kadar sonra komünizm korkusuyla dünyayı bir “Soğuk Savaş”a sürükleyen ABD, Sovyet iktidarı ve Sovyetler Birliği ile daha ilk günden emperyalizmin sömürge ülkeler üretme çabaları nedeniyle karşı karşıya gelmişti.

H. Murat Yurttaş

Birinci Dünya Savaşı, emperyalist bir savaştı. Amaç, özetle, artık siyasi ömürlerini tamamlamış çok uluslu imparatorlukların içerisinden “ulus devletler” çıkarmaktı. Bunun için öncelikle Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göz dikilse de Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorlukları da en azından farklı emperyalist blokların hedefindeydi.

Bu mücadeleye özünde karşı olmadan ama Batı Yarımküre’de imparatorluğunu ilan etmiş ABD de dahil olmak istiyordu. Özellikle savaşın Avrupa’da ortaya çıkardığı yıkımdan da uzak ABD kalan emperyalist sistemde hiyerarşinin tepesine tırmanırken dünyanın kalanında da pazarlara girmek istiyordu. Bunun yolu Batı Yarımküre’nin ardından dünyanın geri kalan bölümünde de kolonilerin kendisine açılmasıydı.

Bu sırada Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleştirilmesinin ardından Barış Kararnamesi ve gizli antlaşmaların açıklanmasıyla sıkışan emperyalizmin meşruiyetini geri kazanmasının bir yolu da ABD Başkanı Woodrow Wilson’un ABD Kongresi’ne yaptığı konuşmada ortaya koyduğu 14 maddelik ilkeler olması hedeflendi.

Lenin ve Sovyet iktidarının barış vaadi

Ekim Devrimi “ekmek ve barış” sloganıyla Sovyet iktidarını kurmaya kalkar kalkmaz iki temel uluslararası sorun ile karşı karşıyaydı. Bunlardan ilki dünya savaşından çekilme ve barış, ikincisi ise “halkların hapishanesi” olan Çarlık topraklarında ve dışarıda ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi sorunuydu.

Çarlık, 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere ve Fransa ile birlikte Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarıyla yürüttüğü savaş, Ekim Devrimi’nin koşullarını oluştursa da sonuç olarak Bolşeviklerin en büyük vaadi barıştı. Nitekim, Bolşevikler de Devrim’in hemen ertesi günü, 8 Kasım 1917’de İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyeti’nin İkinci Kongresi’nde Barış Kararnamesi’ni karar altına aldılar.

Barış Kararnamesi’nde tüm savaşan halklara ve hükümetlerine adil ve demokratik bir barış yapılması çağrısı yapılıyordu. Sovyet Kongresi bu çağrıyı herhangi bir toprak ilhakı ve tazminat talebi olmamasına bağlıyordu. Kararnamede önemli olan bir diğer nokta ise boyunduruk altındaki küçük veya zayıf ulusların ilgili devletlere tabiyetinin kesin, açık ve gönüllü rızaya ve isteğe bağlı olmadıkça sona erdirilmesi talebiydi. Emperyalizmin dünyayı bölüşme amacıyla bu savaşın sürdürülmesi insanlığa karşı en büyük suç olarak tanımlanıyordu.

Öte yandan, Kararname’nin uluslararası hukuku da etkileyecek olan önemli bir yanı da gizli anlaşmaları açıklanacağının, bu gizli antlaşmaların geçersiz olduğunun ve diplomasinin gizli değil tüm halkın görüşlerine açık şekilde yürütüleceğinin duyurulmasıydı.

Sovyet iktidarı için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunu, bir yandan iç meseleyken diğer yandan emperyalizmin geriletilmesi için bir taktik olarak uluslararası siyasetin de bir parçasıydı. Barış Kararnamesi açıkça güçlü ya da zayıf, büyük ya da küçük, gelişmiş ya da geri kalmış tüm ulusların kesin, açık ve gönüllü rızası veya kararının esas alınmasını öngörüyordu.

Wilson’un 14 ilkesi

Sovyet iktidarının bu hamlelerinin ardından İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan gizli antlaşmaları açıklamasıyla ABD’den iki ay sonra gelen cevabı ise esasında gizli antlaşmalarla ABD’nin çıkarlarının örtüştürülmesinden ibaretti. Bu arada, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un Versailles Antlaşması’na girmeyen önerisiyle, Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluşunda antlaşmaların gizli yapılmaması ve bu kuruluşlar nezdinde kaydedilmesi esası getirilerek kaybedilen prestij kurtarılmaya çalışıldı.

Wilson’un ABD Kongresi’nin 8 Ocak 1918’deki ortak oturumunda yapılacak barış antlaşmasına ilişkin ortaya koyduğu ilkeler arasında ise; diplomasinin açık yürütülmesi ve gizli antlaşmaların yapılmaması, uluslararası sularda serbestlik, ülkeler arasındaki bütün ekonomik engellerin kaldırılması ve ticaretin eşitlik temelinde yürütülmesi, silahsızlanma, sömürgelerin bağımsızlığının egemenliği tartışılan devletin talepleriyle dengelenerek sağlanması, “Rus İmparatorluğu”, Belçika, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Osmanlı İmparatorluğu ve Polonya’nın savaş öncesi sınırlarına göre içindeki ulusların bağımsızlıklarına ilişkin ilkesel önermeler ile birlikte Milletler Cemiyeti’nin kurulmasından ibaretti.

Burjuvazinin ve işçi sınıfının “kaderi”

Görüldüğü üzere, ulusların kendi kaderini tayin hakkına Lenin’in önderliğindeki Sovyetler’in yaklaşımı ile emperyalizmin artık önderliği ele almaya başlayan ABD’nin başkanı Wilson aracılığıyla geliştirdiği yaklaşım arasında çok temel bir fark var. Bir tarafta emekçi kitlelerin kendilerini yönetebilmeleri ve emperyalizmin hareket alanının daraltılmasına yönelik eşitlikçi bir yaklaşım varken diğer tarafta esas olanın pazar olduğu çok açık görülüyor.

Bu yaklaşımların bugüne yansımasının da benzer nitelikte olduğunu söylemek mümkün. Yine o topluluğun burjuvazisi ve emperyalizmin daha kolay tahakküm kurabileceği bir pazar arayışı üzerinden yükselen tartışmaların bu anlamda değerlendirilmesi gerekiyor.

Bununla birlikte ulusal sorunlara soldan yaklaşımın ne 20. yüzyıl başındaki kültürel özerklik tartışmalarına benzer şekilde liberal etnikçi söylemlerle mesafe açmadan ne de 20. yüzyıl boyunca en azından yüzü sosyalizme dönük olan bağımsızlık mücadelelerine benzeterek ortaya konması doğru sonuçlar veriyor. Bu anlamda, çok uluslu imparatorlukların dağılma dönemine özgü yanları ağır basan Lenin’in yaklaşımlarının ise tarihsel bir perspektifle ele alınması zorunlu.

Burada Lenin’e karşı cevap üretmeye çalışan Wilson gibi bugün de inisiyatifi ele alacak bir yaklaşımın geliştirilmesi görevi ortada duruyor.