Kentlerimiz öldürülüyor

Kentlerimiz öldürülüyor

13-08-2017 09:00

Pusula'nın bu haftaki dosya konusu AKP ve gericilik elinde batan kentlerimiz...

DOSYA: Kentler gericilikle batıyor

Son günlerde, özellikle İstanbul merkezli yaşanan yoğun yağışlar ve bu yağışlar sonucu ortaya çıkan görüntüler kamuoyunda çokça konuşuldu, üzerine yorumlar yapıldı, bu görüntülerle ilgili sayısız fotoğraf ve video paylaşıldı. İktidar yanlıları, Tayyip Erdoğan’ın daha üzerinden bir yıl bile geçmeyen Avrasya Tüneli açış konuşmasındaki “Günde yüz bin araç dışarıdaki hava şartlarından etkilenmeden rahat bir şekilde burayı kullanacak. Artık ‘fırtına çıktı’, ‘vapur seferleri iptal oldu’, ‘sis çöktü’, ‘köprüde trafik durdu’ gibi haberleri geride bırakıyoruz. Bir taraftan Marmaray, bir taraftan Avrasya Tüneli. Avrasya Tüneli sayesinde İstanbul’un iki yakası arasında dışarıdaki iklim şartlarından etkilenmeden kesintisiz araç ulaşımı mümkün hale geldi. Bu eser için devletin kasasından tek kuruş çıkmamıştır. İş bilenin kılıç kuşananındır.” sözlerini hiç söylenmemiş sayıp alışılageldik argümanlara sarıldılar: “Bu normal bir yağış değil”, “bu bir afet, yapabilecekler sınırlı”, “elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz” ve daha niceleri…

Peki gerçekten öyle mi? Normal doğa olaylarının birer “afet”e dönüşmesi, kentlerin ve kentlilerin başlarına gelecekleri çaresizce beklemesi normal mi? PUSULA’da bu hafta bu soruların yanıtlarını, kapitalist üretim ilişkilerinin kentleri nasıl etkilediğini, özel olarak AKP’li yılların kentlere verdiği zararları ve sosyalizmin kentlere bakışını ele alıyoruz.

Dosya içerisinde “Kentlerimiz öldürülüyor” başlıklı giriş yazısı dışında, Mete Hisarlıoğlu’nun yazdığı “Cumhuriyet’in kentleşme macerası“, Deniz Eren Üçok’un yazdığı “AKP’nin kaotik kentleri” ile Orhan Deniz’in “Sosyalizmin kentlerini kuracağız” başlıklı yazılara yer veriliyor.

İyi okumalar dileriz…


Kentlerimiz öldürülüyor

İnsan hayatta kalmak, varlığını sürdürebilmek için çok temel ve basit bazı işleri yapmak zorundadır. İnsanlığın kendisi kadar eski bu işlerden ikisi barınma ve bir topluluk olarak birlikte yaşama, birlikte hareket etmedir. Kentlerin oluşumu bu iki temel işin daha karmaşık ilişkiler içerisinde yerine getirilmesine dayanır. Eski çağlardaki doğal barınakların yerini insan eliyle yapılan yapılar ve yapı toplulukları almaya başlar ve bu üretim insanlığa o güne kadar kurmadığı yeni ve güçlü ilişkiler kurma zeminini yaratır.

Kentler oluşmaya başladıkları andan itibaren hem mevcut toplumsal yapıdaki üretim ilişkilerinin en gelişkin biçimlerinin, hem egemen topluluklar/sınıflar arasındaki mücadelelerin hem de ezen-ezilen sınıfların mücadelesinin ana alanı haline gelir.

Üzerinde durmak istediğimiz noktaysa kentsel alanların içinde bulunduğu toplumsal sistemle olan bağıdır. Kentsel alanlar/topraklar daima egemen üretim biçiminin belirlediği mülkiyet ilişkilerine bağımlıdır ve o ilişkilere göre değişir, gelişir ya da başka bir forma dönüşür.

Bir sermaye olarak kentler

Kentsel alanlar kapitalizmdeki önemli metalardandır. Üretim, dağıtım ve bölüşüm ilişkilerinin gerçekleştiği merkezlerle emperyalist-kapitalist zincirin düğüm noktalarına olan mesafe, buralarla olan ilişkilerde taşıdığı potansiyel yeraltı ve yerüstü zenginliklerine/kaynaklarına yakınlığı, nüfus yoğunluğu, arz-talep gibi birçok parametre bu metanın değerini etkiler.

Kentsel alanların bir sermaye birikim aracı olarak yoğun olarak değerlendirilmeye başlanması 1970’lerin sonu, 1980’lerin başıdır. Bu dönemde kentsel topraklar tamamen rant alanlarına dönüştürülmeye başlanmış, kentler sermaye birikimi yaratmanın araçları haline dönüştürülmeye başlanmıştır. Uluslararası sermaye yeni “para” merkezleri yaratmaya başlamış ve bu yönelim kentlerin yapısını da ciddi oranda değiştirmiştir.

Ülkemizde bu değişimin en yoğun ve açık hissedildiği kent kuşkusuz İstanbul olmuştur. Türkiye kapitalizminin ana omurgasını oluşturan İstanbul uluslararası sermayenin de ilgisini en çok çeken ve uluslararası sermayeye en uygun koşulları sağlaması için en çok müdahale edilen kent olmuştur.

AKP ve çılgın kent projeleri

AKP’nin iktidara geldiği andan itibaren en çok dillendirdiği şey icraatçılık oldu ve genelde bunun örneği olarak, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemi de kapsayacak şekilde, yapılan büyük ölçekli inşaat projeleri gösterildi. Ülkenin tamamına yayılan şekilde yapılan yollar, köprüler, tüneller, kent içlerindeki dönüşüm projeleri, havaalanları ve daha özel Galataport, Kanal İstanbul gibi projeler.

Bu projelerin hayata geçirilmesindeki temel saiklerin AKP’lilerin iddia ettiği gibi “millete hizmet” olmadığı, uluslararası sermayenin yönelimlerinin, özellikle İstanbul’u bir finans merkezi haline getirecek cazibenin oluşturulmasının, inşaat sektörü üzerinden ekonomik büyüme sağlanmasının (inşaat sektörünün ülke ekonomisindeki yaklaşık payı, bağlı yüzlerce alt sektörüyle birlikte, yaklaşık yüzde 30’dur) ve tabii özellikle büyük ölçekli kamu yatırımlarıyla büyük bir yandaş sermaye yaratılmasının (ya da kamu kaynaklarının yandaş sermayedarlara aktarılması) asıl nedenler olduğu bilinmelidir.

Rant büyürken insanlık küçülüyor

Söz konusu dönüşümlerin hayata geçirilme şekliyse apayrı bir başlıktır. On binlerce insanımızın öldüğü 1999 depreminin yıkıntıları üzerinden propaganda edilen depreme hazırlık politikaları kentsel dönüşüm adıyla yoksulların kent merkezlerinden uzaklaştırıldığı, boşalan yerlerin yapılan yeni imar düzenlemeleriyle korkunç bir talana açıldığı bir biçime dönüştürülmüştür.

Çıkarılan yasalarla sermayenin önüne çıkabilecek her türlü engel ortadan kaldırılmış, TOKİ eliyle hiçbir bilimsel ve hukuki kıstasa uyması gerekmeyen, istediği yere istediği kadar inşaat yapma hakkına sahip bir vahşi organizasyon oluşturulmuş, binlerce yıllık deneyimlere dayanarak oluşmuş kent ve planlama doğruları oluşturulan bu organizasyonla yok sayılmıştır. Bilimsel çalışmalar görmezden gelinmiş, meslek odalarının yaptığı uyarılar tehditlerle karşılanmıştır.

Bugün yaşanan afetler bu anlamıyla öngörülemeyen felaketler değil, önlemi alınmayan doğa olaylarıdır. 1999 depreminden bu yana geçen 18 yılda, müteahhitlerin kâr amacıyla ya da kullanıcıların yenileme amacıyla tekil bina ölçeğinde uyguladığı yıkıp yeniden yapmalar dışında, depreme karşı anlamlı hiçbir çalışma yapılmamış, deprem toplanma alanları imara açılarak yok edilmiş, altyapılara hiçbir müdahalede bulunulmamış, İstanbul’un kuzeyine yapılan üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı projeleriyle kentin kalan yeşil alanları ve su havzaları da yok olma sürecine sokulmuştur.

Kader diye bir şey yoktur

1999 depremini “7.4 yetmedi mi” diye karşılayan gerici bakışın Bodrum depremini de “alkol”, “kumar” ve “fuhuş”a bağlaması bize garip gelmiyor. Bodrum depreminde cami minaresinin yıkılmasını görmezden gelmeleri de bizi şaşırtmıyor. Çünkü dogmalarla, kör inançla bilimsel gerçekler arasındaki mesafe epeydir oldukça açıldı.

Şurası net olarak bilinmelidir. Ne deprem, ne yağmur, ne dolu, ne sel ilahi bir gücün insanlara verdiği cezayla ilgili değildir. Bu iddia, bu doğa olaylarına karşı gerekli önlemleri almayanların iddialarıdır. İnsanlık bu önlemleri alacak bilimsel bilgiye, deneyime ve teknolojiye çok uzun zamandır sahiptir.