Kapitalist eğitimin eşitsiz ve gerici doğası

Kapitalist eğitimin eşitsiz ve gerici doğası

17-12-2017 13:54

Pusula | Kapitalist eğitimin eşitsiz ve gerici doğası

Tarih boyunca eğitim, egemen sınıfın ideolojisinin yeniden üretiminin ve topluma yayılmasının, kabul ettirilmesinin bir aracı olarak işlev görmüştür. İktidardaki güç, kendi konumunu koruyabilmek ve bireyleri üretim ilişkilerine uygun olarak yetiştirmek için eğitimi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Bu bağlamda eğitim, iktidarın ideolojik araçlarından biridir.

Eğitim sistemi, sermayenin ve burjuva toplumun ihtiyaçlarına göre tarih içerisinde çeşitli evrimler geçirmiştir. 19. yüzyıla kadar burjuvazinin birincil derdi kilisenin ve aristokrasinin gücünü kırmak ve parlamenter rejim aracılığıyla toplumda kendi siyasal hâkimiyetini kurmaktı. Eski düzenin temsilcilerine karşı mücadelede, yoksul halk kitlelerini, orta sınıfları ve aydınları yanına çekebilmek ve sonra da bu güçleri yeni toplum düzenini kurma yolunda seferber edebilmek, ideolojik alanda üstünlüğü ele geçirmeyi gerektiriyordu.

Burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesine ve üretici güçlerdeki gelişmelere paralel olarak da, bilim adamlarını, filozofları, edebiyatçıları, sanatçıları adına “üniversite” denilen eğitim birliklerinde toplayarak bilimi, kültürü, sanatı, felsefeyi kelimenin tam anlamıyla burjuvazinin hizmetine sokmuştu.

İlk kez Fransız Devrimi’nin ertesinde kurulmuş olan ve bugünkü ilköğretim okullarına denk düşen cumhuriyet okullarında yapılan “parasız ve yaygın eğitim”, ulusal birliğini sağlama yoluna girmiş tüm ülkelerde uygulanmaya başlanmıştı. Amaç homojen bir vatandaşlık bilincini geliştirmek ve bu kanalla kapitalist ilişkilere uygun bireyler yetiştirmekti. Böylece işçiler ve emekçiler ile burjuvalar her türlü sınıfsal, dinsel ve etnik kimliklerinden soyutlanarak ulusal bir üst kimlikte “eşitlenmiş” oluyordu. Eğitim merkezileştiriliyor ve bu temelde hazırlanan bir müfredata göre yapılması sağlanıyordu.

19. yüzyılla birlikte, ulusal eğitimin iyice kurumlaşmaya başlaması ve sanayi devrimleri sonrasında büyük bir atılım yaşayan teknik gelişmelere paralel olarak, bilimsel teknik bilgiye ve bu bilgiye sahip vasıflı işgücüne duyulan ihtiyaç artmıştı. Böylece eğitim kurumları, devletin üst kademelerine yüksek düzeyde memur yetiştirmek ve ideolojik işlevlerinin yanı sıra, sanayi için gerekli olan vasıflı işgücünü yetiştirme görevini de üstlenmeye başlamıştı. Burjuvazinin ve sermayenin gelişen ihtiyaçları, eğitimin en azından ilköğretim düzeyinde yaygınlaşmasını, kimi ülkelerde de parasız ve zorunlu hale getirilmesinin önünü açmıştı.

Kuşkusuz parasız ve zorunlu eğitimin yaygınlaşmasında sınıf mücadelesinin de ciddi bir payı vardı. İlk kez Paris Komünü’nde işçi ve emekçi halk kitleleri, sadece ilköğretimi değil eğitimin tüm kademelerini parasız hale getirmiş, eğitim sistemini tam anlamıyla merkezileştirerek ona gerçek anlamda demokratik, bilimsel, laik ve pedagojik bir içerik kazandırmışlardı. Bu tarihten sonra parasız, eşit ve nitelikli eğitim hakkı, işçi-emekçi sınıfların temel ve vazgeçilmez taleplerinden birisi olacaktı.

1917 Ekim Devrimi, pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da yeniliklere sahne oldu. Devrimden sonra eğitim sistemi baştan aşağı yeniden kuruldu. Tüm Rusya’da politeknik eğitim okulları açılmaya başlandı. Eğitim herkes için vazgeçilmez ve temel bir hak olarak tanımlandı, parasız hale getirildi. İlköğretim zorunluydu ve belirli bir yaşa kadar çocukların çalıştırılmasına izin verilmiyordu. Lise ve üniversite düzeyinde eğitim görmek isteyen işçi ve emekçilere yardımcı olmak amacıyla devlet, ya onlara öğrenimleri boyunca maaş vererek barınma dâhil tüm ihtiyaçlarını karşılıyor ya da çalışan işçiler için akşam okulları açıyordu. Temel eğitimini alamamış işçiler içinse, onları yüksek öğretime hazırlayan “işçi fakülteleri” kurulmuştu.

Sovyetler Birliği’nde halka sağlanan eğitim olanakları ve uygulanan eğitim yöntemleri, kapitalist dünyayı da önemli ölçüde etkilemiştir. Sovyetler Birliği’nin yarattığı basıncın yükselen sınıf mücadelesiyle birleşmesi, hemen hemen tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvaziyi, daha pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da, işçi sınıfına tavizler vermeye zorlamıştır. Böylelikle, 8-12 yıllık ilköğretim pek çok ülkede parasız ve zorunlu hale geldi, yükseköğretim alanında da, devlet üniversiteleri ve teknik okullar vasıtasıyla, işçi-emekçi çocuklarına parasız eğitim fırsatı sağlanır oldu. Toplumun ortalama eğitim düzeyini ve işgücünün niteliğini yükselten bu gelişim, bir yandan burjuvaziye işçi sınıfına bazı tavizler vermek için gereken nesnel zemini sağlıyor, diğer yandan da giderek artan oranda ihtiyaç duyduğu vasıflı işgücünü karşılayabilmek için gereken reformları yapmasını zorunlu kılıyordu.

Birincisi, 20. yüzyılın başında yapılan hamlelerle ve ulusal eğitim anlayışıyla hedeflenen “eğitimin kitleselleşmesi” sürecinin tamamlanmış oluşuydu. Bu arada, ortalama vasfa sahip işgücünün yetişmesi için gereken toplumsal süre de oldukça azalmıştı. Sermayenin elinin altında, asgari düzeyde yetişmiş ve ortalama vasfa sahip işgücünden bol miktarda birikmişti. Teknolojik gelişmelerdeki ilerleme ve artan makineleşme ise, toplumdaki pek çok işin artık bu ortalama vasıf düzeyiyle yapılabilmesini olanaklı kılmıştı.

İkinci olarak ise, işgücünün, sürekli değişen ve yenilenen üretim süreçlerine hızlıca uyum sağlayabilecek biçimde yetiştirilmesine duyulan ihtiyacı körüklemişti. Sermaye, elinin altındaki işgücü ordusunu, istediği anda, istediği türde işe koşturabilmeliydi. Bu da, temel eğitimin niteliğinin bir miktar arttırılarak işçi-emekçi gençlere, hızla değişen koşullarda kolayca uygulamaya koyabilecekleri zorunlu bilgilerin verilmesini yeterli kılıyordu. Genel anlamda “iş okulları” benzeri mesleki eğitime ağırlık verilmeli ve asgari vasfa sahip bir işçinin yalnızca sermayenin ihtiyaçlarına uygun şekilde kendini geliştirmesini sağlayacak bir sistem kurulmalıydı. Bu sistemde işçi gençlerin çoğunluğu için yüksek öğretim bir gereklilik oluşturmuyordu. Onun yerine kendilerini -çoğunlukla kendi imkânlarıyla- geliştirmelerini sağlayacak esnek öğretim modellerine geçilmeliydi. Çeşitli meslek kursları, işyerlerinde verilen kısa süreli mesleki eğitimler vb. modelin bir parçası olacaktı. Buna da “yaşam boyu öğrenme” adı verilecekti!

Üçüncü faktör ise, neo-liberal ekonomi politikalar çerçevesinde öngörülen ve devletin eğitim, sağlık ve ulaşım gibi kamu hizmetlerine ayırdığı bütçenin kısılmasını ve hatta devletin artık bu alanlardan elini çekmesini sağlayacak dönüşümlerin devreye sokulmasıydı. Böylece işçi-emekçi halktan alınan vergiler ona parasız eğitim ve sağlık hizmetleri olarak dönmek yerine, sermayenin ihtiyaç duyduğu başka alanlara akıtılacak, işçi sınıfının mücadele yoluyla elde ettiği bu haklar ise gasp edilerek paralı hale getirilecekti. Bu dönüşüm özelleştirmeler yoluyla sağlandı. Dünyanın her yerinde özel okulların sayısı artmaya başladı ve herkesin, “toplumsal kaderine ve finansal kapasitesine uygun” eğitim almasını sağlayacak rekabetçi bir eğitim sistemi yaratıldı.

Bu neo-liberal eğitim politikalarının en bariz sonucu, eğitim sistemindeki eşitsizliğin derinleştirilmesi, işçi sınıfına mensup çocuklara yükseköğretim yolunun kapanarak onların temel ve mesleki eğitimle yetinir hale gelmelerinin sağlanması oldu.