Cumhuriyet'in kentleşme macerası

Cumhuriyet'in kentleşme macerası

13-08-2017 09:10

Mete Hisarlıoğlu Cumhuriyet tarihi boyunca kentlerin gelişimini bu hafta Pusula'ya yazdı

Mete Hisarlıoğlu

Cumhuriyet’in kentleşme macerasını ele alırken tarihsel kırılma noktaları yönünden ekonomi-politik belirlenimli dönemselleştirmeler gerekiyor. AKP’nin inşaata dayalı ekonomisi kendi başına bir incelemeyi hak ettiğinden öncelikle Cumhuriyet’in devraldığı kent mirasını ve AKP iktidarına kadar olan dönemini incelemek gerekiyor. AKP’nin 1923 Cumhuriyeti’ni yıkarken onun getirdiği kentlere neler yaptığı da böylelikle daha kolay anlaşılabilir.

Tarihsel altyapı: Cumhuriyet öncesi kentleşme politikası

1912-1918 yılları boyunca Trablusgarp, Balkan ve Dünya Savaşları sonrasında Osmanlı’nın son büyük toprak kayıplarını yaşaması; 1919-1922 yılları arasında emperyalist işgale karşı verilen Kurtuluş Mücadelesi’nin komuta merkezi ve ulusal hükümetin kenti olarak neden Ankara’nın seçildiği, dönemin konjonktürünü anlamak için oldukça önemlidir.

Cumhuriyet’in; Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığına son vermesine karşın, kuruluş sürecinde Osmanlı’dan miras kalan kentsel altyapı üzerine inşa edildiğini ve Osmanlı kentleşme politikasına değinerek başlayalım.

Osmanlı’da kentleşme

Kuruluşundan beri, politik olarak yayılmacı, kent bağlamında ise pragmatist bir yol izleyen Osmanlı, fethettiği ve egemenliği altına aldığı bütün yerleşimlerde öncelikle var olanı kullanmaya başlar. Toplumu ve yerleşimleri devşiren, kendi gereksinimleri doğrultusunda eklentiler yapan Osmanlı, ancak devletleşmesini tamamladığı ölçüde yeni kent merkezleri oluşturur.

Tarihi boyunca, Anadolu coğrafyasında –günümüzde bile– belirleyiciliği olan Roma döneminin ve sonrasında Selçuklu Devleti’nin kentsel alt ve üst-yapılarını devşirerek kullanan ve ancak külliyelerle yeni kent merkezleri oluşturabilen Osmanlı’nın bütün kentleri benzer bir eklektisizm içerisindedir.

Bursa’nın başkent olduğu dönemde yönetsel aygıtlarını tamamlayıp devletleşen ve ilk kentsel tasarım örneklerini veren Osmanlı İmparatorluğu’nun, Edirne ve İstanbul’un başkent olduğu dönemlerde da benzer bir yol izlediği ancak bu kez külliyeler yoluyla kentlere müdahale ettiği görülür.

Külliyelere kısa bir bakış

Merkezinde caminin bulunduğu; caminin çevresinde ise hamam, medrese, mektep, imaret, türbe, kütüphane, darüşşifa, bedesten, tekke, zaviye gibi yapıların bulunduğu, yaptıran padişahın adıyla anılan ve “saltanat alameti” olarak kabul gören külliyeler, Osmanlı’nın kentleşme bağlamında verdiğini söyleyebileceğimiz tek örnektir.

Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, günümüzde sermaye diktatörlüğünün cumhurbaşkanlığı sarayının çevresinde “Beştepe Külliyesi” adıyla bir yerleşim kurması da, İkinci Cumhuriyet’in yaşadığı ideolojik sıkışmada çözümü Yeni-Osmanlıcılıkta aradığının göstergesidir.

Merkezlerini, kamusal işlevlerin bir arada yer aldığı külliyelerin oluşturduğu Osmanlı kentlerinde merkezden dışarıya doğru gidildikçe, ticaret yapıları, konutlar ve tarım alanları yer almaktadır. Çok-uluslu ve tebaa kültürünün egemen olduğu imparatorluk coğrafyasının büyük bölümünde ise sivil yerleşimler kendi içlerinde müslüman ve gayrimüslim olmak üzere iki parçalı olarak ve mahalle ölçeğinde örgütlenir.

Cumhuriyet dönemi kentleşme politikası

Cumhuriyet dönemi kentleşme politikasını ise, egemen sınıfların kapitalist-sosyalist bloklar ile kurduğu ilişkiler bağlamında yaşanan ekonomi-politik kırılmaları referans alarak incelemeye çalışacağız.

Kent plancılığının en önemli verilerinden olan jeo-politika Cumhuriyet’in bütün dönemlerinde yakıcı bir öneme sahiptir. Jeo-politika kabaca; coğrafyanın sunduğu, konum, topoğrafya, iklim, toprak verimliliği, doğal kaynaklar, taşınım, nüfus ve benzeri verilerin politikaya olan etkilerinin tümü olarak adlandırılabilir.

Bu bağlamda 1923’ten geriye bakacak olduğumuzda; 11 yıl boyunca kesintisiz savaşan Osmanlı’nın, başkent İstanbul’a en yakın topraklarını kaybetmiş olduğunu ve ülke sınırlarının Anadolu coğrafyasına kadar daralmış olduğunu, verili koşullarda verilecek bir mücadelenin, emperyalizmden ve onun denetimindeki İstanbul hükümetinden uzakta, güvenli bir Anadolu’ya yayılması gereksiniminin doğduğunu görürüz. Samsun, Amasya, Erzurum ve Sivas’ın ardından, nüfusu 40.000 dolayında küçük bir kasaba olan Ankara; Anadolu’nun merkezinde ve görece korunaklı olması ve ulaşım ağlarının kesişiminde bulunması nedeniyle merkez olarak seçilir, 13 Ekim 1923’te de yeni Türkiye Devleti’nin de başkenti olur.

“Ulus”un inşa süreci

Ulus-devlet olarak kurulan Cumhuriyet Türkiyesi’nin başkenti Ankara’da gözden kaçırılmaması gereken simgesel anlatımlar vardır. Bunlardan en önemlisi; “Ulus’un inşa süreci” olarak adlandırabileceğimiz süreçtir. Ulus-devlet kurulmuştur, sıra o devletin Ulus’unu ve yönetsel aygıtlarını kurmaya gelmiştir. “Ulus” inşa edilirken resmi ideoloji, kendisini kent planlama ve mimarlık ile somutlayarak görünür kılmış, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yerleşimine “Ulus” adı verilmiş, ulus-devletin gerektirdiği ilk kamu yapıları da 1923-1928 yılları arasında, Osmanlı döneminde yetişen ve “birinci ulusal mimarlık akımı”nın temsilcisi mimarlar tarafından gerçekleştirilmiştir. II. TBMM, TEKEL, Ziraat Bankası gibi yapılar ilk akla gelen örneklerdir.

Avrupalı ve modern bir devlet kurma hedefi, bu süreçte ortaya çıkan ekonomik ve teknik altyapı yoksunluğu ve Osmanlı dönemi kadrolarının terk edilmek istenmesiyle belirginleşir ve Cumhuriyet başkentinin çağdaş ilkelerle planlamasını yapmak üzere Avrupalı kent plancıları davet edilir. 1924-25 yılları arasında Kent Plancısı Lörcher’in hazırladığı imar planının yetersiz kalması üzerine, 1928 yılında Ankara Şehremaneti tarafından bir yarışma düzenlenir. Yarışmada, kent nüfusunun 50 yıl içinde 300 bine ulaşacağı varsayılarak planlama yapılması istenir ve yarışma sonucunda Hermann Jansen’in plan önerisi kabul edilir.

Jansen Planı’nın uygulanmaya başlanmasıyla birlikte, Cumhuriyet Türkiyesi’nin de en önemli kamu yapıları, yükselen faşizmden kaçan “2’nci ulusal mimarlık akımı”nın öncülü Alman mimarlar tarafından tasarlanır ve uygulanır. 1928-1938 arası dönem, kuruluşunu tamamlayan Cumhuriyet’in kurumsallaşma yıllarıdır ve bu kurumsallaşma kendini çağdaş ilkelerle planlanan kentin çağdaş yapılarında gösterir. Ulus’tan Çankaya’ya uzanan Atatürk Bulvarı boyunca; Cumhuriyet düzeninin kurumsal yapıları birbirleriyle uyum içerisinde yer alır.

Emperyalizm ve kentleşememe

1938’de Mustafa Kemal’in ölümünden 1950 Demokrat Parti iktidarına kadarki dönem, kentleşme olgusu açısından durgun yıllardır. Çok-partili sisteme geçilmesi ve Amerikancı-liberal DP’nin 1950’de iktidara gelmesiyle ise Cumhuriyet tarihinin en büyük kırılmaları yaşanır. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki korumacı ekonomi modelinin terk edilmesi ve günü kurtarmaya yönelik izlenen liberal politikalar, plansızlığın ve yurt çapında kentleşememenin başlıca nedenlerini oluşturur.

Marshall Yardımı ve NATO’ta üye olunmasıyla birlikte Amerikan emperyalizminin etkisine girilen bu dönemde, demiryollarına verilen önemin yitirilerek karayolları yapımına ağırlık verilmesi, tarım üretiminde kısa süreli bir artışa neden olmuşsa da, plansız ve çarpık kentleşmesinin önünün açarak bugünlere kadar gelinmesinin de önünü açmıştır. 1925-1949 yılları arasında yurt genelinde 3736 kilometre uzunluğunda demiryolu hattı döşenirken, 1950-1960 yılları arasında yalnızca 215 kilometre uzunluğunda demiryolu hattı döşenmesi oldukça çarpıcıdır. [1]

Planlı Dönem

Menderes iktidarına son veren 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından, Amerika ile uyumlu bir biçimde, yeni bir sermaye birikim modeli geliştirebilmek adına 30 Eylül 1960’ta Devlet Planlama Teşkilatı kurulur. 1963-67 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanır ve uygulanmaya başlanır. [2] Bu planda, stratejik bir karar olarak; Menderes Dönemi’ndeki tarım ağırlıklı üretimin tersine sanayi ağırlıklı bir üretim öngörüsü yer alır. Sanayiye verilen önemin artması sonucunda kırdan kente göç büyük bir hız kazanır.

Nüfus değişimine çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, 1927 nüfus sayımı sonunda 3,31 milyonluk kent nüfusuna karşın kır nüfusu 10,34 milyondur. Yüzde 24,2’lik kentsel ve yüzde 75,8’lik kırsal nüfus oranları, 1950’ye gelindiğinde de büyük ölçüde korunmaktayken (yüzde 25-yüzde 75) bu oran 1960’ta (yüzde 31,9-yüzde 69,1) kentsel artış yönünde değişim göstermiş, 1980 sonunda ise 20 milyonluk kent nüfusuna karşın kırsal nüfus 25 milyona ulaşmıştır. [3, 4]

Kırdan kente nüfus hareketliliğinin hızlanması, sınai üretimin olduğu büyük-kentlerde plansız yapılaşmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sanayileşme; bir yandan işçi sınıfı örgütlenmesinin önünü açarken, bir yandan da kentsel planlama ve buna içkin teknik altyapının bulunmayışı, altyapı olmaksızın üstyapı yapılması, kentlerimizin bugünkü kaotik biçimini almasının birincil nedenleri olarak görülmelidir. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı içerisinde “şehirleşme eğilimi” ve “konut sorunu” öngörülmüş, üstelik çözüm olarak “Şehir Planlaması” ve “Bölge Planlaması” vurgusu da yapılmış olmakla birlikte, sorunun konut sorununa indirgenmiş olması altyapı yerine üstyapı inşaatı yönünde bir eğilim oluşturmuştur. Bu eğilim, kırdan kente göç eden büyük toprak sahiplerinin yap-satçılığa başlamasına, kente göç eden tarım işçilerinin ise inşaat işçisi olarak istihdam edilmesi sonucunu doğurmuştur. [5]

Planlamanın Terki: Liberalizasyon

12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasında oluşan siyasi ortam, 1973-1977 yıllarını kapsayan Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın uygulanmasında yaşanan sorunlar, ithal ikameci ekonomik yapının terk edilmek istenmesi gereksinimini doğurur. 1978-79 İstikrar Programlarının uygulanamamasının yarattığı ekonomik kriz ortamı, 24 Ocak 1980 Kararlarının alınmasına zemin hazırlar. Hem bu kararların zorla uygulanması hem de örgütlü işçi sınıfının ve devrimci siyasetin gücünü kırmak amacıyla 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleşir.

24 Ocak Kararlarıyla birlikte devletin ekonomideki payını azaltan önlemler alınarak piyasa ekonomisinin önü açılır, dış ticaret serbestleştirilir, devalüasyon yoluyla Türk Lirasının değeri düşürülerek yabancı sermayenin girişi teşvik edilir, turizm yatırımları ve yurtdışı inşaat-taahhüt hizmetleri desteklenmeye başlanır.

Lokomotif sektör olarak bilinen inşaat sektörünün canlandırılmasıyla, kırdan kente göç eden tarım kökenli niteliksiz işgücü, emek-yoğun üretimin ve dolayısıyla sömürünün gerçekleştiği inşaatlarda istihdam edilmeye başlanır. ABD emperyalizminin günümüzdeki taşeronu AKP iktidarı da, Özal Dönemi politikalarının artçısı olduğunu, ekonomideki yapısal dönüşümün mekânsal karşılığı ve sömürünün yeniden üretildiği kentsel-kamusal mekânlar olan AVM’ler yoluyla da göstermiş olur.

Turizme verilen ağırlığın artması, Yeşilköy Atatürk Havalimanının ve sınırları içinde bulunduğu Bakırköy’ün de önemini artırır. Artan yolcu hacmini karşılamak üzere 83’te yeni dış hatlar terminali hizmete girer ve Bakırköy, kentsel müdahalelerin odak noktası olur. “86 Ataköy Turizm Kompleksi Projesi” uygulamaya konulurken, aynı kompleks kapsamında ‘88’de Türkiye’nin ilk Alış-Veriş Merkezi olan Galleria ve ‘90’da Ataköy Yat Limanı (Marina) hizmete girer. Sirkeci-Bakırköy sahilyolunun ve Amerikan tipi eğlence merkezi Regatta’nın açılması, bu bağlamda kentsel yağmacılığın ilk örnekleridir.