Küba'da on gün

Küba'da on gün

Küba'da on gün

TÜLİN TANKUT

Elli yıllık ABD ambargosunun kalkmasıyla Küba’da değişim rüzgarlarının esmeye başladığına tanık olmuştuk. Örneğin, yerel seçimlerde ilk kez Komünist Parti dışından iki muhalif aday çıkmıştı. Aslında değişimin çok önceden başladığı söylenebilir. Mülkiyet hakkının tanınması, yurtdışına çıkış yasağının kaldırılması, internetin kullanılması, Mariela Castro’nun yasalarda eşcinsellere yönelik ayrımcılığa karşı verdiği mücadele… Reformlar ardı ardına yürürlüğe konuyordu. Öte yandan Rusya, Çin ve Latin Amerika ile yoğun ticari ilişkiler gerçekleştiriliyordu.
Tabii bu arada dünya kamuoyunda da Küba’nın geleceği tartışılıyordu. Sevim Korkmaz Dinç de bu tartışmalara, “Küba’da On Gün” adlı kitabıyla ( Kadın Yazarlar Derneği, Eylül 2014) katılıyor. Kitapta anlatılan Küba gezisi, dinlenme ve eğlenme odaklı “her şey dâhil” türü turistik gezilerden farklı. Yazarın deyişiyle katıldığı tur programı ; “devrimci bir halkın mücadelesini, örgütlenmesini, içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları, günlük yaşamını tanımaya olanak verecek şekilde düzenlenmiş.” (s.14- 15)

Gezi, İspanyol gemiciler tarafından 1515’te kurulmuş olan Havana ile başlıyor. “1950 yılına kadar mafyanın, uyuşturucu, kumar ve kadın ticaretinin en yaygın olduğu bu kent; ABD ve Avrupa’dan gelen kumar ve eğlence düşkünü zenginlerin mekânıymış.” (s.17) “Eski Havana” bölgesi, Havana’nın en ilginç yerlerinden biri, yazara göre. Birbirinin benzeri, görkemli kolonyal binalarla, yıkılmaya yüz tutmuş evler yan yana. Alt katlarda kölelerin, üst katlarda köle sahiplerinin ikamet ettiği büyük binalar artık müze olarak kullanılıyor. Kölelerden en küçük bir izin bile kalmamış olması, daha gezinin başındayken yazarın keyfini kaçırıyor. Kendi deyişiyle, “ Tarih gene beyaz köle sahiplerinin yaşamlarıyla anlatılıyor.” (s.20)

Havana Club’ta özel bir rehber eşlik ediyor gruba. Her kent, müze, meydan özel eğitimli rehberlerle geziliyor zaten. Eskiden rom üretilen halen müze ve satış yeri olarak kullanılan bina gezilerek, şeker kamışından roma uzanan süreç izleniyor. Programda Küba’nın en önemli simgelerinden puronun üretildiği Partagas Tütün Fabrikası da unutulmamış. Bu tür yerler kuşkusuz turistlere ilginç geliyor. Yazar ise Devrim Müzesi’ni gezerken sömürge bir toplumdan sosyalizme giden yolun nasıl inşa edildiğini, daha önce okuduklarıyla burada gördüklerini birleştirip değerlendirmeye çalışıyor.

Küba Devrimi, hem kendi tarihinin mücadele geleneğini sahiplenerek hem de SSCB, Çin, Doğu Almanya gibi ülkelerdeki sosyalist deneyimlerden yararlanarak yapılmış bir halk devrimi. Özellikle ABD emperyalizmine karşı halkın gerçekleştirdiği bir devrim olarak yer alıyor belleklerde. Yazar da Müze’den ayrılırken, “Kölelikten bağımsızlığa yürüyen bir halkın mücadeleleriyle dopdoluydum” diye dillendiriyor duygularını. (s. 48)Söz konusu olan on iki milyon nüfuslu, ana kıtalarla bağlantısı bulunmayan bir ada! Fidel Castro önderliğinde gerçekleştirilen devrimden sonra en önemli sorun olan eğitime el atılmış. 6-12 yaş arası çocuklarda okullaşma oranı yüzde 90’a yükseltilmiş. Ülke, ABD’nin 1960’lardan itibaren başlattığı ekonomik, ticari ve finansal ablukaya dayanmaya çalışıyor. 1990 yılına kadar sosyalist ülkelerden destek alırken, desteğin kesilmesiyle Küba için zorlu günler başlıyor. Yazar, ülkede baş gösteren açlık sorununu çarpıcı bir örnekle vurguluyor: O yıllarda ortalama bir Kübalı 6-8 kg kaybetmiş. Ancak çocukların sağlıklı yetişmesi için tüm özveri gösterilmiş. ABD, ülkeye yardım elini uzatmak isteyen devletleri tehdit ettiğinden açlıktan kurtulmak için geriye tek çare kalmış: Turizm… Küba ambargo yüzünden en önemli gelir kaynağı olan romu yalnızca Fransızlar aracılığıyla satabiliyor; puronun tek satış hakkı da yine Fransızların. Bu yüzden otellerde Adidas ve Lacost’ların boy göstermesi yazarı şaşırtmıyor.

Bir sonraki durak “Yeni Havana”, en parlak dönemini 1940- 1950 arası, diktatör Batista zamanında yaşamış. Gelişen turizmle birlikte burada da lüks otellerin, alış veriş merkezlerinin sayısı artmış. Yazar, az sayıda lüks arabanın ülkede satışının serbest bırakılması için çıkarılan yasanın, eşitlik ilkesine zarar vereceğinden kaygılandığını belirtiyor.
Habana Libre’in ise yazar için ayrı bir önemi var. Nazım’ın “Saman Sarısı şiirini söyleyerek(… ) onun kaldığı oteli ziyaret edecek (…) onun dünyada tanınıyor olmasıyla gururlanacağız” sözleriyle duygularını okurla paylaşıyor.(s.67)
“Kahraman Şehir” Santiago de Cuba, Fidel Castro ile bütünleşen kent. “1953’te Fidel ve yol arkadaşlarının Batista’ya karşı başarısızlıkla sonuçlanan, fakat Küba’da adlarını duyurmalarını sağlayan ilk eylemleri Moncada Kışlası Baskını bu kentte gerçekleşmiş.” (s.83) Fidel, yoldaşı Che Guevera’yı da bu baskınla tanımış. Devrim Meydanı’ından etkilenen yazar, “Bir şehrin meydanlarına ve parklarına bakarak ne kadar demokratik olduğu, insana saygının ne denli gelişmiş olduğu anlaşılabiliyor” yorumunu yapıyor. ( s.95) Bayamo da Küba tarihi açısından önemli bir kent. Köleliğe karşı verilen bağımsızlık mücadelesiyle tanınan ve 1874 yılında öldürülen ama anıtlarla adı ülkenin her köşesinde yaşatılan Carlos Manuel de Cespedes Bayamo’da doğmuş. Burada yazar ve arkadaşları önceden randevu aldıkları ICAP ( Küba Dünya Halklarıyla Dostluk Enstitüsü) yetkilileriyle buluşuyorlar. 1960’da kurulan, yöneticilerin çoğunluğunu kadınların oluşturduğu, demokratik kitle örgütü olarak hizmet gören enstitünün etkinlikleri saymakla bitecek gibi değil. Ama en büyük amacı “dünyaya Küba’yı anlatmak.” (s.125) 146 ülkede 2017 tane Küba Dostluk Derneği bulunuyor; Türkiye’ deki Jose Martin Küba Dostluk Derneği de bunlardan biri.
Orta Küba beş idari bölgeden oluşuyor. Bunlardan Trinidad; tarihi, kültürü ve mimariyi korumaya yönelik turizm anlayışıyla yazarı etkiliyor. Ayrıca grubun, Devrim Savunma Komiteleri’inden (CDR) birinin davetlisi olarak katıldığı “sokak partisi” , ülke hakkında her şeyi merak eden grup için heyecan verici bir deneyim oluyor. Sokak komitesi temsilcisi de, “Küba ABD emperyalizmine dayanma gücünü sokak örgütlenmelerinden alıyor” diyerek “sokaktan devlet yönetimine işleyen bir yönetim sisteminin “önemine işaret ediyor. (s. 112)

Sayılı günlere elden geldiğince çok şey sığdırılmaya çalışılıyor tur programında. Havana’da Hemingway’in müze olarak kullanılan evi, Amerika’daki beyaz saraya benzerliğiyle ünlü, 1929’da yapılan Capitolio binası, Çin Mahallesi, müzik ve dans okulları gibi turistik yerler de ziyaret ediliyor. Bir parkın içinde bulunan Atatürk Anıtını ziyareti sırasında yazar, “Küba’da sadece Fidel Castro ve Che değil, köleliğe ve bağımsızlığa karşı mücadele eden bütün liderler saygıyla anılıyor.” diyor. (s.122)

Yazar zamanını iyi değerlendiriyor; ülkeyi otobüsle baştanbaşa dolaşırken bile araştırmalarını sürdürüyor. Ama asıl önemlisi; toplumsal, siyasal bakış açısı ve kadın bakış açısını da eksik etmeden ortaya bütünlüklü bir Küba resmi çıkarıyor. Farklı işlevleri olan sağlık, spor, sanat, kültür dernekleri, toplumdaki dinamizmin göstergesi. Küba’nın sağlık konusundaki başarıları tüm dünyada biliniyor. Sokaklarda sık sık rastlanan yaşlılar bunun en görünür kanıtı. Sağlık turizmi, uluslararası ilaç tekellerinin baskısına karşın gelişmeyi sürdürüyor. Yazar devrimden sonra hiç aksatılmayan çocuğa yönelik çalışmaları, “Küba bir çocuk cenneti” diye özetliyor.”Küba’da her yaşta eğitim ücretsiz.” (s.133) Hiçbir birey, sosyal güvence dışında bırakılmıyor. Yasalar herkese eşit biçimde uygulanıyor; “fahişelere” bile(!). Irkçılık, ayrımcılık yok; sokaklarda kavga patırtı yok; polis varlığını hissettirmiyor. Küba anayasası din özgürlüğünü güvence altına almış. Ülkede Protestan, Katolik, Budist, Afrika’dan gelen Santarie dini vb. dinlerin mensupları hiçbir baskı görmeksizin inançlarını yaşıyorlar. Havana’da devletin yardımıyla az sayıdaki Müslümanlar için bir cami de yaptırılmış.

Küba Kadın Federasyonu, kadın- erkek eşitliğinin sağlanması için çalışıyor. Kübalı kadın renkli giysileriyle her yerde; onun için renk yaşam, doğaya saygı, neşe, özgürlük demek; moda takıntısı olmadan var olmaktan mutlu.(s.42) Yazar Havana’daki Modern Sanat Müzesi’ni gezerken “emperyalizmin etkisine göre şekillenen sanat anlayışı, devrimle birlikte özgürleşmiş” saptamasını yapıyor.(s.49)Çocuklar, devrimci kültür- sanat alanındaki birikimden besleniyorlar. Bireyin kendini eğitmesi, ufkunu geliştirmesi için sanat eğitimine önem veriliyor.

Ancak Küba’da her şey gülistanlık değil. Yazarın saptamasıyla ülke konut, beslenme, ulaşım, yaşam düzeyinin düşüklüğü v.b. çözüm bekleyen sorunlarla boğuşuyor. Yazar bu bağlamda toplumsal yaşamda etkisini hissettiren dünya koşullarına değiniyor. ABD ambargosu nedeniyle internetin ülkeye girişi gecikmiş. Ülke nüfusuna göre internet kullanımı düşük ama yasaklama söz konusu değil. Kuşkusuz tüketim ideolojisi herkesi kışkırtıyor. Tüketimi özendiren özel mülkiyet, yaşam tarzları hatta sınıflar bile ortaya çıkabiliyor ülkede. Acaba arkadan çevrimiçi alış veriş, internet aşkları vb. olgular da gelir mi? Özetle, halk dünyada olup bitenlere kayıtsız kalmıyor.
Yazarın gözlemleri şu soruyu sormamıza yol açıyor: Peki, özel mülkiyetin üretim araçları üzerinde eşitsizlik yaratıcı karakteri toplumsal yapıya egemen olur mu?

Küba’nın inişli çıkışlı bir tarihi olduğu görülüyor. Acı çekmemiş bir kuşak yok gibi. Halk özgürlüğün değerini kavramış. Dayanışma ruhu, paylaşımcılık, mücadele azmi gibi toplumcu özellikleri geliştirmiş. Farklı siyasi eğilimleri olanlar, kuşak farkından doğan farklılık; yeni örgütlenme biçimleri v.b. tüm bunlara değiniyor yazar. Ancak “farklılık”ların insan ilişkilerine zarar vermediğini gözlemliyor. Eski ve yeni kuşaklar “yaşanabilir bir dünya hayali” için mücadeleyi birlikte sürdürüyorlar. Hiç değilse Küba halkının şimdilik hayalleri tehdit altında değilmiş izlenimi veriyor. Bağımsızlığına düşkün, onuruyla yaşayan bu halk, eşitsizlik, baskı ve şiddete dayalı neoliberal politikalara teslim olabilir mi? Kapitalizme özgü ilişkiler egemen olamamış ülkede; sosyalist kültürün karakteristiği olan etik, damgasını vurmuş topluma. ( Halkın kullandığı suyun ticari bir metaymış gibi özelleştirilmesini Küba halkı nasıl karşılardı acaba?) Efsane lider diye anılan Fidel Castro da halkın demokratik özlemlerini canlı tutmayı benimsemiş yaşamı boyunca. Yirmi birinci yüzyılda hâlâ devrimci kalabilen bir ülke Küba. Bu gün kapitalizmin kâr hırsı evreni yıkıma sürüklerken sosyalizmin değerleri yeniden gündeme geliyor. Dolayısıyla yazara hak vermemek elde değil: “ Şimdi umut etme zamanı” (s.123) ( 2015’in 1 Mayıs’ının Küba’da nasıl büyük bir coşkuyla kutlandığına tanık olduk.)Kaldı ki dünya kapitalizmin yapısal krizinin kitleleri harekete geçirmeye başladığı bir dönemden geçiyoruz.
Özetle Sevim Korkmaz Dinç, zihin açıcı bir yaklaşımla, ülkede erişebildiği belgelerin ışığında Küba tarihinden, toplumun karşılaştığı güçlükler ve geçirdiği dönüşümlere kadar her konuda bilgilendirmeye çalışıyor okuru; bu konuda hiç bilgisi olmayan okurda bile merak uyandırıcı ipuçları sunuyor ki, sanırım yazarın amacı da bu. (“Guantanamo Gerçeği” bile unutulmamış. )Gezi sırasında çektiği fotoğraflar ve ilginç yorumlarıyla kitabı renklendirmiş. Bu arada sık sık ileri demokrasimize (!) gönderme yapmaktan da kendini alamıyor.