Kaan Kavuşan yazdı: “Beni takdir edin” diye bağıran bir yönetmenin filmi: Mother!

Kaan Kavuşan çok tartışılan Mother! filmini yazdı.

Kaan Kavuşan yazdı: “Beni takdir edin” diye bağıran bir yönetmenin filmi: Mother!

Uyarı: Yazı spoiler içerir.

Sonbahar sezonunun en çok beklenen iki filminden biriydi Mother! (Türkçesiyle Anne!) Buna karşın basın gösterimden çıkışta eleştirmenlerin çoğunun suratı ekşimiş, genel itibariyle “Biz şimdi ne izledik?” hissi hâkim olmuştu. Cuma günü gösterime giren filmi, sinemada izleyenlerden de benzer tepkiler gelmeye başladı. Bu, Pi’nin, The Fountain’ın (Kaynak), Black Swan’ın (Siyah Kuğu) yönetmeninin filmi miydi gerçekten? Noah (Nuh) faciasını bile affedip şans verdiğimiz Aronofsky artık kendi mistisizminde boğulmaktan başka bir şey yapmıyor muydu? Bu sorulara kısaca “evet” diye cevap verip bu yazının özünü belirtmek mümkün aslında. Yönetmenin kurmak istediği “çok derin” ve “çok karmaşık”, “beni takdir edin” diye bağıran yapısallık, büyük oranda dinî mistisizme dayanıyor ve bazı açılardan yerden yere vurulan Noah’tan bile daha dengesiz ilerliyor. Meyilli olduğu konuya kafasını takmışçasına ilerliyor Aronofsky. Tanju Baran Ters Ninja’daki eleştirisinde şöyle demiş, aynen alıntılıyorum; “Elbette her yönetmenin, kariyerinin belli dönemlerinde muhtelif konulara yönelme hakkı var ama Aronofsky’nin yaptığı, bir Harun Yahya kitabı okuduktan sonra Dünya’nın düz olduğuna inanan gencin, bütün çevresini ikna etmeye çalışmasına benziyor.”

Film artık klişenin de klişesi sayabileceğimiz iki tema, “yazarın tıkanması” ve “kişisel alanın ihlâli” temalarını kendine araç ediniyor. Jennifer Lawrence’ın karakteri (ki “Anne” diye hitap edelim çünkü filminde hiçbir karakterin adı yok – şüphesiz biblikal bir gönderme) ıssız, bahçelik bir evde yaşıyor. Dışarı çıkmamak, kocasını da salmamak konusunda pek takıntılı. Kocası “Yazar” ise (Javier Bardem, kapanış jeneriğinde “O” olarak anılıyor) yaratıcılığını körüklemek, egosunu okşatmak için dışarıya açılma ihtiyacı duyuyor. Tam bu sırada eve gelen Doktor (Ed Harris), ardındansa karısı (Michelle Pfeiffer) ise Yazar’a kurtarıcı, Anne’ye kâbus oluyor. Bu ikili birinin egosunu beslerken, diğerinin mahremiyetini ihlal eden, çıldırtan patavatsızlıklar yapıyorlar. Bu çiftler arası gerilim yaklaşık 1 saat boyunca öyle yapay şekilde gelişiyor ki, hikâyenin alt metnine dikkatinizi bile veremiyorsunuz. Anne sürekli “evimde sigara içmeyin”, “oraya oturmayın”, “burayı ben yaptım, dokunma” diyerek dolaşıyor. Yazar pek affedici. Hepsi filmi başladığı surat ifadesiyle bitiriyor…

METAFORLAR KÖR GÖZE PARMAK

Açıkçası biraz “anlamamışsın, eleştiriyorsun” demeyin diye uzatacağım bu kısmı, zira metaforlar zaten kör göze parmak. Benzetme bu ya, yönetmenin denkleminde “Yazar eşittir Tanrı”, “Anne eşittir doğa”, “Doktor ve karısı eşittir Adem ile Havva”, yani insanoğlu. (Hatta Doktor’un en alt kaburgasında yara var.) Tanrı ve doğanın uyumlu birlikteliği insanın devreye girmesiyle bozuluyor. Yazar’ın ailesini yakan yangından kalan, gözü gibi baktığı kristali yasak meyveyi temsil ediyor. Adem ile Havva sürekli yasak meyveyi görmek istiyorlar ve ona ulaşıyorlar. Ulaştıkları anda da kırıyorlar. Bir nevi cennetten kovuluyorlar. Ardından evin içine giren insan sayısı gittikçe artarak, dinsel metinlerin anlattığı şekilde, mistisizm dolu bir insanlık tarihi anlatılmak isteniyor. Habil’le Kabil’den (kardeş cinayeti), Nuh tufanına kadar (evi su basması) pek çok metin benzetmelerle aktarılıyor. Dünyanın mekaniğini dinsel mitler üzerinden ancak onları eleştirmekten kaçınmadan sürdürmek istiyor yönetmen. Fakat bunu öyle acemice yapıyor ki adeta “Şahin görünümlü bir Ferrari” ortaya çıkarıyor. Kasa Şahin SLX olduktan sonra Ferrari motoru takmışsın pek bir işe yaramıyor, para etmiyor. Zaten o kasa o motora uyum da sağlamıyor.

İşler Anne’nin hamile kalması (dolayısıyla doğurgan Doğa, Meryem Ana’ya dönüşüyor bu sefer) Yazar’ın bu sayede tıkanıklığını aşmasıyla iyice sarpa sarıyor. Filmin belki de hem zanaat hem de sanat açısından en elle tutulur tek yeri olan sürreal bir imgelemler zincirine yakalanıyoruz. Eve gelen hayranları Yazar’a beklediği Tanrı muamelesini yapıyor. Dinin başlangıcının temelleri atılıyor. Herkes Tanrı’nın bir parçasını istiyor. Tanrının egosu besleniyor, o yüzden her şeye “eyvallah” diyor ama kimseye de yetmiyor böylece. Doğan bebek (İsa diyelim biz ona) çarmıha gerilmiyor da parçalanıyor. Tanrı evlâdını kurban ediyor. Dinsel şiddet ortaya çıkıyor. Evin içine tam bir kargaşa hâkim olurken, “insanlık tarihi sekansları” diyebileceğimiz sahneleri ardı ardına diziyor Aronofsky. Bir tarafta seks yapanlar, bir tarafta polisle çatışanlar, bir tarafta savaş… Hepsi bir evin (yani dünyanın ya da bakış açısında göre cehennem olan dünyanın) içinde. Tanrı-Yazar istediğini alırken, tüm yapılanları affederken, Anne-Doğa Ana gittikçe akıl sağlını kaybediyor. Felakete ulaşıldığı anda ise her şey başa dönüyor sanki post-apokaliptik bir yeniden kuruluş hikayesiymişçesine.

YERLİ YERSİZ KLİŞELER

Evet, bu kadarını bir çoğumuz anladık herhâlde. Film, ne yazarın karısıyla ilişkisi ne yaşadığı tıkanma ne de kadının akıl sağlığı üzerine. Film, Musevi okullarında yetişmiş ve hâlâ kendini “dindar olmayan bir Musevi” olarak tanımlayan deist bir adamın, dinsel metinleri yorumlayarak bir dünya tarihi anlatmak istemesi üzerine. “Her mitin bir temeli vardır” diye düşünüp tarihsel bir zemin arıyor kendine. Belki de bir anlamda kabalayı Hristiyanlığa taşıyor ve bu çamurda debelenmeyi seviyor Aronofsky. Bunu yaparken karakterlerine inandırıcılık kesinlikle veremiyor, hiçbirini bir noktadan alıp başka noktaya götüremiyor. Böylece sinema tarihinde defalarca imgeleler aracılığıyla anlatılmış bir hikâyeyi, Tanrı-Yazar, Anne-Doğa gibi klişelerin üzerinden bir kez daha ısıtıp önümüze koyuyor. Ortaya konan şeyin tadı mikro-dalga fırında ısıtılmış iki günlük poğaça gibi. Dünyanın en önemli şeyini anlattığını sanan bar taburesi filozoflarının sıcak birası gibi. Mother!’ın anlattıklarından ziyade, yaptıklarıyla ilgili bir sorun var. Her şey inandırıcılıktan öyle uzak, öyle yapay ki ne söylediği nasıl söylediği çok az önem arz ediyor.

Not: Rosemary’nin Bebeği’ne atıfta bulunanlar ne düşünüyorlar biliyorsanız, bana da söyleyin.