“İyi olmanın” sırrı veya 90 Trakyalı

İnsanların önemli bir çoğunluğunun hayattan en büyük beklentisi mutlu ve huzurlu bir yaşamdır. Bu yaşamın nasıl sağlanacağı, hangi beklentilerin nasıl karşılanacağı başka bir tartışma olmakla birlikte insanın bu beklentilerinin karşılandığı yaşama sağlıklı yaşam denir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’ne göre sağlıklı olma hali yalnızca fiziksel veya ruhsal açıdan bir engel bulunmamasını değil, aynı zamanda fiziksel, ruhsal... View Article

İnsanların önemli bir çoğunluğunun hayattan en büyük beklentisi mutlu ve huzurlu bir yaşamdır. Bu yaşamın nasıl sağlanacağı, hangi beklentilerin nasıl karşılanacağı başka bir tartışma olmakla birlikte insanın bu beklentilerinin karşılandığı yaşama sağlıklı yaşam denir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’ne göre sağlıklı olma hali yalnızca fiziksel veya ruhsal açıdan bir engel bulunmamasını değil, aynı zamanda fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan “tam iyilik halini” kapsar. [1]

Tanımın eksik, izafi ve “sosyal kör” olup olmamasını bir kenara bırakacak olursak bu tanımdan dahi yola çıkarak toplumumuzun sağlıklı olmadığını ifade edebiliriz. Her yanıyla sağlıksızlık akan bir düzenin parçası olarak insanımız “iyi olmanın” sırrını arıyor. Kimisi bunu dinsel kurumlarda buluyor, kimisi sınıf atlama derdiyle yanıp tutuşuyor, kimisi ise sahte umutların peşinden “iyilik” için koşuyor. İnsanımız kandırılmaktan daha çok “çarpıtılmış olanı” yaşıyor.

Öyleyse bu çarpıtılmış olanı yaşamak kaderimiz mi? İnsanların bu duruma rıza göstermesi çok mu garip?

Her iki sorunun da cevabı : “Hayır”.

Toplumun önemli bir çoğunluğunu etkileyen “çarpıtılmış olan” düzenin toplumu yönetme potansiyeliyle alakalı ve maddi bir zemine dayanıyor. Maddi bir güce dayanan ve organize olan “egemen sınıf” farklı siyasi parti, akım ve ideolojiler aracılığıyla toplumu düzenleyebilme kapasitesine sahip. Ancak egemen sınıfın toplumu düzenleme kapasitesi devri daim makinesi gibi “yüzde yüz” kapasiteyle çalışmadığı da bilinmeli.[2] Dolayısıyla enerji kayıplarından doğan sarsıntıları düzen kendi içindeki alternatiflerle aşmaya çalışıyor.
Bugünler de böyle bir deneme ülke siyasetindeki bir gelişmeyle bir kez daha tekrarlandı. MHP kökenli Meral Akşener’in kurduğu İYİ Parti, bir bakıma düzenin kendini yenileme girişimlerinin bir parçası olarak sahneye çıktı. Açıkçası partinin geldiği siyasal köken “düzeni koruma partisi” niteliğinde olduğu için tarihi boyunca herhangi bir iktidar perspektifine sahip olmadı. Bugün Akşener’in partisi de bu açıdan Türkiye’de düzeni koruma partisinin farklı bir varyantı olarak sahneye çıkmış durumda. Partinin programı, siyasi iddiası, ideolojik kökeni ve kadrolarına bakıldığında siyasetsiz bir “düzeni koruma partisi” olarak işlev göreceği açık.

Lakin partinin siyasetteki işlevinden daha önemli bir sonucu da açığa çıkartmış durumda. İYİ Parti’nin “iyilik” sağlayacağına dair ortaya çıkan inanç, toplumun bir kesimindeki siyasi referansların kaybolduğuna dair bir işarettir. 15 yılın ardından toplumun bir kesimi öylesine örselenmiş durumdaki; “sahte umutları” “büyük umutlar” olarak görebiliyor.[2] Bu durum, toplumun bir kesimini “siyaset simyacılığının” dehlizlerinde kaybolmasına neden olurken, düzenin de toplumun özlemlerini içeriksiz bırakmasını sağlıyor.

***

Hâlbuki “iyiliğin sırrı” burada değil. Siyaset simyacılığını bir kenara bırakıp olan bitene yakından bakarsanız sır perdesini ardına dek aralayan başka bir maddi gerçeklikle karşılaşırsınız. Bugün AKP’nin kurduğu düzeni yegâne zorlayan güç sınıf mücadelesidir. Hem de öyle hayali, kurgusal, söylemsel bir mücadele değil, “gerçek” bir zorlamadan söz ediyoruz. Bu alandan yükselen her mücadele, her kazanım sadece ardında bıraktığı deneyim açısından değil, aynı zamanda gücün de nerede toplanması gerektiği açısından önemli.
Bunun en yakın örneğini Şişecam işçileri Trakya’da verdi. Neredeyse 20 gün süren ve cam işçilerinin sadece sınırlı bir kesimine dayanan kısıtlı bir mücadelenin “öğreticiliğinin” bir sınırları olduğunu baştan kabullenmek gerekiyor. Lakin kendi deyimleriyle 90 Trakyalı’nın, gösterdiği şey çok açık; Türkiye’de toplumun özlemini duyduğu “adalet” arayışı da, eşitlik arayışı da sınıf mücadelesi olmaksızın gerçekleşemez. Bunun için de öyle işçi sınıfının büyük bir çoğunluğunun bu alana dâhil olması gerekmiyor. Sınıfın öncü ve kararlı bir kolunun örgütlü hale dönüşmesi 90 Trakyalı’nın yarattığı etkinin çok daha fazlasını yapabilir.

90 Trakyalı cam işçisinin gösterdikleri sadece bununla da sınırlı değil. 20 gün süren mücadele aynı zamanda bilinen bazı ezberlerin de yıkılması gerektiğini gösteriyor. İlk bozulması gereken ezber sendikal alana da dair ezberlerdir. Bu alanda sadece geçmişin geleneğine yaslanarak, anlık çıkışlar yaparak yol alınamaz. Geçmişin gölgesine saklananlar, Kristal-İş örneğinde görüldüğü üzere başkalaşarak “sarı sendika” olmanın yolunu tutmuştur. Anlık çıkışlar yaparak sendikal alanı tutmaya çalışanlar, DİSK örneğinde olduğu üzere köksüz kalmışlardır. Adları var cisimleri yoktur.

İkinci bozulması gereken ezber mücadelenin stratejisine dairdir. Sınıf mücadelesinin birikimli ilerleyen tarzının aksine görünmeyi bir mücadele stratejisi sananlar “sınıfta” kalmışlardır. Sınıf mücadelesini başarıya götürecek yegâne araç, mücadelenin örgütlü kılabileceğiniz bir uzvunun bulunmasıdır. Böyle bir uzuv yoksa seslenmek dışında yapacağını bir şey de kalmaz. Dahası, önceliklerinizden kaynaklı kuşa dönmeniz de olası bir sonuçtur.

Son olarak bozulması gereken ezber, sınıf mücadelesinin “siyasetsiz” gelişebileceğine dair ezberdir. Böyle bir beklentinin gerçekleşmesi mümkün değil. Dahası böyle bir beklentinin temsilcilerinin sınıf mücadelesini başkalarının gölgesinde, CHP ve HDP bunun en tipik örneği, yürütmesi hiç şaşırtıcı değil.

“Siyasetsiz mücadele” sizi sığınacağınız başka limanlar aramanıza neden olur. Tıpkı Akşener örneğinde olduğu gibi.
Okuyucu doğal olarak yukarıda sayılan ezberleri bildiğini düşünebilir ve “yeni ne var?” diye sorabilir. Yeni bir şey yok ama ortada kaya gibi duran bir gerçek var. Yukarıdaki ezberler bozulup maddi bir güce ulaştığında sahte umutların değil, gerçeklerin düdüğünün öttüğünü duyacaksınız.

Ne dersiniz, sizce de o düdüğü duymak sahte umutlara kapılmaktan daha kolay değil mi?

Notlar:
[1] 1946 tarihli Dünya Sağlık Örgütü’nün sağlık hakkındaki tanımı için:
http://www.who.int/about/mission/en/
[2] Devri daim makinesi insanların yüzyıllardır aradıkları ve sonsuz enerji üreteceğini tasavvur ettikleri bir cihaz. Bu cihazın yapılması doğa yasaları açısından imkânsız.
[3] “Büyük Umutlar” sadece bir tabir olarak değil, aynı zamanda edebiyat tarihinde de önemli bir yer tutan Charles Dickens’ın bir romanıdır. “Büyük Umutlar” 19.yüzyıl İngiltere’sinde kapitalizmin etkilerini yalınkat bir biçimde anlatması açısından değerli. Ancak aynı şekilde roman bugünün Türkiye’sini konu ediyor olsaydı toplumun bugünkü yaklaşımlarını muhtemelen alaycı bir şekilde taşlamaya tutardı.