Gerici yazar Yusuf Kaplan: "Sokaklar, caddeler Noel Baba figürlerinden geçilmiyor!"

Havuz medyasının lokomotif gazetelerinden Yeni Şafak’ta yazan gerici yazar Yusuf Kaplan, 2017 yılının ilk yazısıyla bizleri yine şaşırtmadı. Yeni Şafak’ın gerici yazarı Yusuf Kaplan, bugün yayınlanan yazısıyla birlikte, dün sabaha karşı İstanbul Ortaköy’de gerçekleşen silahlı saldırı sonrası yaşanan katliamın düşünsel altyapısını da ortaya koymuş oldu. “Yılbaşı çılgınlığı: Kaybedenlerin, kazananları alkışlaması, celladına aşık olması!” başlığıyla yayınlanan... View Article

Gerici yazar Yusuf Kaplan:

Havuz medyasının lokomotif gazetelerinden Yeni Şafak’ta yazan gerici yazar Yusuf Kaplan, 2017 yılının ilk yazısıyla bizleri yine şaşırtmadı.

Yeni Şafak’ın gerici yazarı Yusuf Kaplan, bugün yayınlanan yazısıyla birlikte, dün sabaha karşı İstanbul Ortaköy’de gerçekleşen silahlı saldırı sonrası yaşanan katliamın düşünsel altyapısını da ortaya koymuş oldu.

“Yılbaşı çılgınlığı: Kaybedenlerin, kazananları alkışlaması, celladına aşık olması!” başlığıyla yayınlanan yazısında “Çarşıda-pazarda, işyerlerinde, alış-veriş merkezlerinde, televizyon ekranlarında, her yerde Noel Baba soytarıları cirit atıyor!” diye şikayet eden Yusuf Kaplan, her tarafta Noel Baba figürlerinin olmasından da şu şekilde şikayet ediyor: “Sadece işyerlerinde, resmî veya gayr-ı resmî kurumlarda değil, sitelerde, büyük yerleşim merkezlerinde -hatta evlerde bile- devâsâ çam ağaçları dikiliyor; sokaklar, caddeler Noel Baba figürlerinden geçilmiyor! İnanılır gibi değil gerçekten?”

“İyi de, burası neresi? Müslüman memleketi değil mi?” diye seslenen Yusuf Kaplan, “Bu soytarılık, bu özenti, bu aşağılık kompleksi bir toplumun zihnî, kültürel ve sosyal bakımlardan tefessüh edişinin, dekadansın eşiğine sürüklenişinin, dekandanla dans edişinin göstergesi değil midir? Celladına âşık olmak tam da bu değil midir?” diye sormayı da ihmal etmiyor.

Gazete Manifesto olarak affınıza sığınarak yazının tamamı paylaşıyoruz:

Çarşıda-pazarda, işyerlerinde, alış-veriş merkezlerinde, televizyon ekranlarında, her yerde Noel Baba soytarıları cirit atıyor!

Sadece işyerlerinde, resmî veya gayr-ı resmî kurumlarda değil, sitelerde, büyük yerleşim merkezlerinde -hatta evlerde bile- devâsâ çam ağaçları dikiliyor; sokaklar, caddeler Noel Baba figürlerinden geçilmiyor!

İnanılır gibi değil gerçekten?

CELLADINA ÂŞIK OLMAK TAM DA BUDUR İŞTE!

İyi de, burası neresi?

Müslüman memleketi değil mi?

Bu soytarılık, bu özenti, bu aşağılık kompleksi bir toplumun zihnî, kültürel ve sosyal bakımlardan tefessüh edişinin, dekadansın eşiğine sürüklenişinin, dekandanla dans edişinin göstergesi değil midir?

Celladına âşık olmak tam da bu değil midir?

Bir toplumun savaş meydanlarında değil televizyon ekranlarında, sanal medyada, hatta sokaklarında, caddelerinde, alış-veriş merkezlerinde zihnen teslim alınmasının, kültürel intiharın eşiğine sürüklenmesinin ürpertici habercisi değil midir bu?

İnsan, Bilge Adam Aliya İzzetbegoviç’in o ünlü sözünü hatırlamadan edemiyor: “Savaş, ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”

Rahmetli Aliya’nın bu sözü âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin (sav) “bir kavme, gayr-i müslimlere benzeyen bizden değildir” hadisi şerifinin bir yansıması, bir başka şekilde dile getirilişi aslında.

KAYBEDENLER, KAZANANLARI NİÇİN ALKIŞLAR Kİ?

İyi de nedir bu?

Kaybedenlerin kazananları alkışlamasıdır. Dedim ya, celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüşmesidir, elbette ki.

Fiilen işgal edilmeyen, köleleştirilemeyen bir toplumun zihnen işgal edilmesi, köleleştirilmesidir bir asırdır yaşadığımız bu traji-komedi.

Dışardan sömürgeleştirilemeyen bir toplumun içerden kendi-kendini sömürgeleştirme aymazlığı sergilemesidir.

Soru şu burada: Kaybedenler, kazananları niçin alkışlar ki?

Kültürel, zihnî, ontolojik intiharın eşiğine sürüklendiği ama bu ürpertici gerçeği göremeyecek kadar bin yıl üç kıtada insanlık tarihini yapmamıza, tarihi sürüklememize imkân tanıyan medeniyet iddialarını, değerlerini, ruhköklerini, kısacası, yönünü ve yörüngesini yitirdiğini bile göremeyecek kadar entellektüel melekeleri körleştiği, celladına âşık tasmalı çekirgeye dönüştüğü için…

İYİ DE BU “İSTİKLAL SAVAŞI”NI NİÇİN VERDİK BİZ?

Daha da vahimi, tarihten silinenlerin, tarihin önünde sürüklenenlerin, kendilerini tarihten silen, önlerine katıp sürükleyen “düşmanları” tarafından sözümona istiklal savaşı verilen bir ülkede istiklal savaşından sonraki süreçte savaşmadan, içerden, özellikle de içerdeki sömürge kafalı elitler tarafından teslim alınması ve dize getirilmesidir bu!

İnsan sormadan edemiyor: İyi de, madem ki, sömürgeci Batılıların bütün değerlerini, yaşama biçimlerini, iyice içini boşaltarak tepe tepe tükettiğimiz kültürlerini benimseyecek idiysek biz o istiklal savaşını niçin ve kime karşı verdik peki?

Bu soru, önemli; hem de çok önemli.

Bu sorunun cevabını vermeden önümüzü göremez, geleceğe emin adımlarla yürüyemeyiz hiç bir zaman. Bu, çok iyi bilinmeli.

KÜLTÜREL BAĞIMSIZLIK OLMADAN ASLÂ!

Bütün bunlar şu yakıcı gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor: Bir ülkede entelektüel ve kültürel bağımsızlık mücadelesi kazanılmadan o ülkedeki istiklal ve istikbal mücadelesi aslâ kazanılamaz.

Asıl bağımsızlık mücadelesi, entellektüel ve kültürel bağımsızlık mücadelesidir.

Nihayet Tayyip Bey de bu gerçeği açık yüreklilikle itiraf etti.

Bu ülkede, eğitimde, fikirde, kültürde, sanatta, medyada kültürel ve entellektüel bağımsızlık mücadelesi verilmediği sürece, maddî alanlarda dikkate değer ölçüde başarı elde ettiğimiz bağımsızlık mücadelesi bumerang etkisi yapar, geri teper ve bütün hayallerimiz suya düşer.

FİKRİYATI İNŞA EDECEK ÖNCÜ KUŞAK OLMADAN MEDENİYET KURULAMAZ!

Tıpkı Gazâlî, Râzî, İbn Arabî, İmam Rabbânî, İbn Haldun gibi birinci büyük medeniyet krizinin aşılmasında kilit rol oynayan önümüzü açacak, çağrı’sı çağını kuracak, bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak, hakikat medeniyetinin mayasını karacak, temellerini atacak öncü kuşakları yetiştirmeden hiç bir yere gidemeyiz.

Nasıl ki, münhasıran Gazâlî, çeyrek asırda bin yılın tohumlarını ekerek, İslâm dünyasını bin yıl dimdik ve dipdiri ayakta tutan, insanlığın önünü açan akîde, fikir ve siyasette İslâm dünyasını bin yıl birleştiren Ehl-i Sünnet Omurga’yı muhkem bir şekilde diktiyse, biz de, ikinci büyük medeniyet krizini aşmamızı sağlayacak, insanlığı ontolojik felâketin eşiğinden kurtaracak, yeniden tarihi bizim yapmamızı, bizim sürüklememizi mümkün kılacak fikriyatın temellerini atmak zorundayız.

Hissiyatla medeniyet kurulmaz. Fikriyat olmadan külliyat inşa edilemez. İnsanlığın önünü açacak külliyat olmadan da medeniyet yolculuğuna çıkılmaz.

O yüzden fikriyatımızı, külliyatımızı ve medeniyetimizi inşa edecek ilim, irfan ve hikmet sütunlarını dikecek uzun, yorucu ama insanlığın önünü açıcı entellektüel, kültürel ve sanatsal yolculuğu daha fazla ıskalayamayız.

O yüzden her zaman söylediğim gibi: 10 yılda gelecek 100 yılın tohumlarını ekemezsek, celladına âşık tasmalı çekirgelerin bizi yok olmanın eşiğine sürükleyen aymazlıklarından kurtulamayız. Vesselâm.