Burjuvazinin geçiş rejimi: Yükselen sağ popülizm mi?

Burjuvazinin geçiş rejimi: Yükselen sağ popülizm mi? - H. Murat Yurttaş yazdı

Fransa seçimlerinin ardından bir kez daha yükselen sağ tartışmalarına boğuluyoruz.

Geleneksel olarak bir “anti-faşist” günden haline gelen Marine Le Pen’in ikinci tura kaldığı cumhurbaşkanlığı seçimleri bu kez solun en azından bu yanlıştan uzak durduğu bir seçim oldu.

Avrupa burjuvazisi içerisinde çeşitli bölmelerin desteklediği sağcı bir “Avro-şüphecilik” olduğu tartışmasız. Ancak tarihsel bağlamları unutup genellemelere dalmadan ve yeni dönemi teorize etmeden önce bazı köşetaşlarının konulması gerekiyor.

Öncelikle, Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi “akım”lar burjuvazinin sadece günlük acil çözümleri değil temel yönelimiydi. Nitekim Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra burjuvazinin zafer sarhoşluğunun kaynağını dünya çapında artan sermaye, ticaret ve kar hareketleri oluşturuyordu. Sermaye dilediği yere giriyor, dilediği şekilde pazarını oluşturuyor, karıyla birlikte dilediği şekilde bir sonraki uğrağı için devam ediyordu.

Öte yandan bu tablo kapitalizmin doğası gereği sermayenin tek elde toplanma eğilimi gibi zenginliğin de tek elde toplanmasına neden oldu. 1990’ların sonlarına doğru başlayan küreselleşmeye karşı direnç, belirli bir ölçüde, devrimci olmayan kanallara yönlendirilirken bir yandan sisteme direnç oluşturan ülkelere müdahaleler geldi. Tüm bu rahatsızlıklar kapitalizmin son büyük ekonomik krizi ile birlikte daha yoğun olarak yaşanmaya başladı.

Kapitalizmin ekonomik krizin üstesinden gelmekte zorlanması, daha büyük bir zenginlik yaratabilmek üzere bir sıçramanın gerçekleşmemesi ve katıksız piyasacılığın vaat edebileceği hemen hiç bir şeyin kalmaması sistem açısından sorunların bütünüyle çözülmesini ve yeni bir sayfa açılmasını engelliyor. Dünyada sermaye sınıfının yeni bir ideolojik çıkış yaratmakta da bu kadar zorlandığı bir dönemde yönelimin kitlelerin sola, sosyalizme yönelmesini engellemek üzerinden belirlendiği söylenmelidir.

Dünyada zenginliğin ve olanakların bu kadar gelişkin olduğu ama eşitsizliğin de, deyim yerindeyse, geometrik olarak arttığı en belirgin bir dönemden geçtiğimiz söylenebilir. Birkaç basit veriyle bile bu durum tüm çıplaklığıyla ortaya seriliyor. Sıralarsak, nüfusun %90’ı servetin yüzde 10’unu elinde tutuyor, en yoksul %75’i ise servetin ancak %3’üne sahip, %1’i ise servetin yaklaşık %50’sini elinde bulunduruyor, %71’i günlük 8 Euro’dan daha az gelire sahip, 780 milyon kişi temiz su, 2,5 milyar kişi sağlık hizmetleri, 1,3 milyar kişi elektrik erişimine sahip değil, 3 milyar kişi yemek yapmak için odun ya da biyokütle atıkları topluyor ve bu ev içi hava kalitesinin düşüklüğü nedeniyle olan 3,5 milyon erken ölüme katkı sunuyor, 800 milyon insan yetersiz besleniyor ve her yıl 3,5 milyon insan açlıktan ölüyor.

Oysa teknolojik imkanlar herkesi doyurmak, herkesi barındırmak, herkesi temiz bir çevrede yaşatmak, herkese eğitim ve sağlık hizmetleri sunmak için fazlasıyla gelişkin.

Bunca sorunun yanında, emperyalist merkezlerin büyük sermayesinin karlılık hesaplarıyla kendi ülkelerinde de nüfusu büyük ölçüde dönüştüren yurtdışına doğrudan yatırımlarının artmış olması, çok değil birkaç on yıl öncesine kadar önemli gelire sahip olan bu ülkelerdeki işçi sınıfının işlerinden olmasına veya ücretlerinin baskılanmasına da neden oluyor.

Tüm bu tabloda sağın yükselişi ve esasında sonuçları bakımından aynı anlama gelmek üzere “halkın yüzünü sola dönmesi” analizleri, patronların düzenini eksikli görmekten öteye bir anlam taşımıyor. Bu eksikler, işin ABD’de Trump’a karşı Hillary’nin desteklenmesine, Türkiye’de Erdoğan’a karşı emperyalist merkezlerle olan gerilimden medet umulmasına, aynı madalyonun diğer yüzünü oluşturan SYRIZA, Podemos gibi hareketlerden sol adına zaferler çıkarmaya varmasına neden oluyor.

Daha önce de sağın yükselişi ile “halkın yüzünü sola dönmesi”nin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu ifade etmiştik. Ortada sosyal demokrasinin çöktüğü veya merkez sağ partinin güç biriktiremediği koşullarda gerek sosyal demokrasi içinden yeni özneler gerekse “radikal” demokrasi özneleriyle daha “sol”dan seçeneklerin öne çıktığı ya da merkez sağın gücünü koruduğu durumlarda daha sağda ama esas olarak merkez sağı tahkim etmek üzere öznelerin “yükseldiği” ikili bir görüntüyle karşı karşıyayız.

Bu ikili görüntünün belirleyeni ise hangi tarafın daha büyük bir kitleyi bir arada ve “örgütlü” olarak tuttuğu olgusu oluyor. Her durumda, düzen açısından bu dönemde tercih edilen siyasi aktör işçi sınıfını ve emekçi halkı manipüle ederek, sahte hedefler peşinde daha geniş ve tanımlı bir birliktelik içinde tutabilen özneden yana oluyor. Buna karşın, “muhalif” gözüken tarafın dağınık, birbirinden çok farklı siyasi saiklere ve hedeflere sahip, programsız ve hatta öznesiz oldukları da bir ortak özellik oluşturuyor.

Tekil örneklere bakarsak, Yunanistan’da büyük “umutlar” yaratan SYRIZA’nın sosyal demokrat PASOK’un dağılması üzerine ortaya çıktığı, merkez sağ Yeni Demokrasi’nin bir güç oluşturamadığı, gelinen noktada SYRIZA’nın sendika bürokrasisinde büyük ağırlığı bulunan sosyal demokratlarla daha geniş bir birliğe ve ittifaka yönelerek patronların iktidarını tahkim etme yolunda hemen hemen “alternatifsiz” kalmaya çalıştığını görüyoruz. SYRIZA’nın “demokrasi” vaat eden anayasa değişikliği tartışması açarak bir yandan yürütmeyi güçlendirirken bir yandan kitleler üzerinde etkisini korumaya çalışırken diğer yandan sosyal demokrasi ile yeniden bütünleşmeyi sağlamak üzere sendikaları da bu kitleyi büyütmeyi hedeflediği görülüyor.

Yine bir başka örnek ABD’de Donald Trump esasında büyük bir kitle mobilizasyonu ile seçimleri kazanmayı başardı. ABD açısından iki parti dışında ülke düzeyinde bir alternatif çıkmasının mümkün olmadığı biliniyor. Bu koşullarda Trump’ın seçimi kazanmasını, Avrupa’daki muadillerine ilham veren Çay Partisi hareketini Cumhuriyetçi Parti içerisinde yeniden hareketlendirerek biriken tepkileri göçmenler, siyasal İslam ve küreselleşme üzerinden konsolide edip yumuşatması olarak görmek gerekiyor. Nitekim seçimlerden sonra “radikal” söylemlerinin tonunun düşmesi ve Cumhuriyetçi Parti yönetimiyle daha yumuşak ilişkiler kurması da bunun bir kanıtı olarak görülebilir.

İngiltere’de muhafazakarların iktidarının gevşek Avrupa Birliği bağlarını kopartmak için Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ni kullandığı görülüyor. Burada çok yakın sonuçlanan “Brexit” referandumunun esas olarak düzenin merkez sağ partiyle yapamayacakları için Bağımsızlık Partisi’ni kullandığı görülüyor. Burada burjuvazinin ağırlık koyduğu tarafa alternatif bir İşçi Partisi iktidarının önüne engel çıkartmanın da aracı olduğu söylenebilir.

Benzer şekilde, Fransa ve Almanya örneklerinde Ulusal Cephe ve Almanya için Alternatif’in patronlar sınıfı içinde de gerçek bağları olmakla beraber, sosyal demokrasinin zorlamayan hali sayesinde, bu iki partiyi merkez sağla başbaşa bırakan ve sonuçta paratoner olmaktan öte bir anlam ifade etmeyen tıkanmış bir noktada tuttuğu da görülüyor. Marine Le Pen’in özellikle ikinci tura giderken Emmanuel Macron ile dilinin benzeşmeye başlaması da “Avro-şüphecilik”ten esas murat edilenin sosyal demokrasinin kitlesinin merkez sağa yönlendirilmesi olduğu görülebilir.

Türkiye’ye bakacak olursak referandum sonuçlarının tartışmalı sonuçlarının gösterdiği yalın gerçek Erdoğan’ın kişiliği etrafında da olsa ülkenin yarısının bir arada ve “örgütlü” duruşuna karşı dağınık ve siyasi temsiliyeti olmayan bir diğer yarısının da olduğudur. Burada, Türkiye burjuvazisinin tarihsel olarak tercih etmediği kitlesel mobilizasyondan çekinmeyen Erdoğan’ın “alternatifsizlik” nedeninin de bu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Son noktada, referandum sonuçlarının “bağıtlanması” ve sosyal demokrasinin 2019 seçimlerini işaret etmesi de bu aşamada Erdoğan’ın “alternatifsiz” bırakılması tercihidir. CHP taşımadığı bir iddiayı kendi kitlesinin üzerine yerleşmemesi için hamle yaparken Selahattin Demirtaş’tan gelen “ittifak” sözleri de ileride gerekli olacak bir “alternatif”in zeminine işarettir.

Bu örneklerin ortak noktası düzen açısından bir “meşruiyet” tartışmasının açılmasına engellemek üzere her ülkede “örgütlü bir kitlesellik” yaratılmasıdır. Meşruiyet kavramının önemsizleşmesinden çok, esas olarak, düzenin gerçekten örgütlü ve siyasi taleplerle sorgulanmasının önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Her ülkenin kendi güncel çıkarları ve büyük ölçüde kısa ve orta vadede çözülebilecek acil sorunları için de uygun bir siyasi ortam yaratılmaktadır.

Bu bağlamda, tek tek ülkelerdeki siyasi gelişmelerin sınırları ve önemleri değerlendirilirken keskin uçlara yönelmek en başta işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesi ve siyasi taleplerinin yükseltilmesinin önünde engel oluşturmaktadır. Düzen içerisinde yeni ekonomik kriz dalgaları dışında bu tabloların değişeceğine dair herhangi bir işaret veya gerekçe bulunmamaktadır. Bu durumu gerçekçi bir şekilde tespit etmek ve önümüzdeki dönemi bunun üzerinden değerlendirmek yerine sahte umutlar dağıtmak, kolay çözümler aramak tekrar tekrar duvara toslayacaktır.

Düzenin en çok güvendiği olgunun bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kapitalizm yeni bir çıkış ararken görece kısa vadeli kar ihtiyaçlarını karşılarken kendisine yönelebilecek tehditleri küçültmek için de bundan uygun bir ortam bulamayacağını bilmektedir. Sorun karşısında olduğunu iddia edenlerin gerçek kurtuluşun önünü tıkayan ezberleridir. İçinden geçtiğimiz dönem kalıcı değildir, bu geçiş rejimlerinden kurtulmak içinse değerli bir fırsat vardır.

Telaşsız, sabırlı, kararlı, biriktirerek ilerleyen ve doğru siyasi talepleri örgütleyenler kazanacaktır. İnsanlığı büyük bir felaketin eşiğinde tutan bu sermaye düzeninin sonu, ne en geniş cephelerle, ne şapkadan çıkacak tavşanlarla, ne de patronların düzeninden beklentilerle gelmeyecektir. İşçi sınıfı ve emekçiler kaderlerini ellerine alacaktır, bunun için araçları vardır. Sıra o aracın doğru kullanılmasındadır.