Ankara: Bir toplum, kent ve mimarlık öyküsü-III

Ankara: Bir toplum, kent ve mimarlık öyküsü-III - Mete Hisarlıoğlu yazdı

Ankara: Bir toplum, kent ve mimarlık öyküsü-III

İlk iki yazısının yayımlanmasının ardından bir yılı aşkın süre geçmesine karşın “Ankara: Bir toplum, kent ve mimarlık öyküsü” dizisine, güncelliğini koruması ve günden güne artan yakıcılığı nedeniyle devam ettiğimizi belirterek başlayalım.

Türkiye’nin son on beş yılına baktığımızda “1923 Cumhuriyeti’nin yok edilmesi ve 2’nci Cumhuriyet’in inşa süreci” çıkarımını çokça yazdık. 16 Nisan’da gerçekleşen şaibeli referandum sonucunda “Türk tipi Başkanlık” modeli yürürlüğe girdi girmesine ancak gerici-amerikancı iktidar da bunun tek başına yeterli olmadığını gayet iyi biliyor.

2’nci Cumhuriyet’in yerleşme sorunu aşılmaya çalışılırken siyasi ve ekonomik kriz potansiyellerinin yanı sıra, ideolojik ve kültürel kriz de kendisini günden güne açığa vuruyor. Siyasi ve ekonomik anlamda ABD’ye entegre olmuş bir Türkiye görüyor olsak da, -adına her dersek diyelim- ABD’nin “siyasal/ılımlı/uyumlu İslâm” projesinin başarıya ulaşamamasıyla birlikte, bugüne kadar kendini Sünni-İslâmcı eksende var eden AKP, yaşadığı ideolojik ve kültürel sıkışmayı bir türlü aşamıyor.

Bu sıkışmayı aşamayan, bununla birlikte Cumhuriyet’in ilerici birikimi yerine de bir şey koyamayan AKP, çareyi ilkin Cumhuriyet’in ideolojik ve kültürel mirasına saldırmakta ve geçmişte öykünmekte arıyor. Son birkaç yılda kapalı olarak da değil, açıktan Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına çeşitli yollarla yapılan saldırılar, özellikle de anti-emperyalist kurtuluş mücadelesinin başlangıcı olarak kabul edilen 19 Mayıs öncesi ve sonrası Atatürk’e ve bu kadrolara doğrudan ve dolaylı olarak yapılan hakaretler bunu açıkça gösteriyor.

Ankara özeline gelecek olursak, sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim:

Ankara’nın; Kurtuluş Savaşı sonunda “ulus” kimliği ile inşa edilen Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasî iktidarının merkezi olması yönünden büyük bir temsiliyete sahip olduğu yadsınamaz. Bu temsiliyet; Cumhuriyet’in kurumsal üst-yapılarını, mekâna içkin bütün edimleri, dolayısıyla kenti ve mimarlık ürünü bütün yapıları kapsamaktadır. Bundan dolayı, hem bir bütün olarak Ankara’nın kentsel bütünlüğüne hem de kentin tasarım öğelerine yapılan saldırılara bu temsiliyet bağlamında bakmak gerekir.

Önceki yazılarımızda Ankara’nın ve Cumhuriyet’in eşzamanlı gerçekleşen kuruluşunu “Yeni Ulus’un inşa süreci” olarak değerlendirmiştik. Süreç denildiğinde bunun tarihsel bir kesiti anlattığını akılda tutarak, bugün içinden geçtiğimiz süreci de yine hem Ankara, hem de Cumhuriyet bağlamında eşzamanlı gerçekleşen “Ulus’un yıkım süreci” olarak adlandırmak yerinde olacaktır.

Hatırlayalım.

  • Atatürk Orman Çiftliği hukuksuz bir biçimde işgal edilerek kaçak-saray inşa edilmedi mi?
  • İşgal altındaki Atatürk Orman Çiftliği arazisinde yer alan ve Cumhuriyet’in ilk sivil mimarlık yapıtlarından Marmara Köşkü bir geceyarısı operasyonuyla yok edilmedi mi?
  • Kaçak-saray’a “külliye” denilerek, Cumhuriyet öncesi dönemin, tarihsel, ideolojik ve kültürel olarak geri bir düzenin mimari ve kentsel bir öğesi yeniden literatüre sokulmadı mı?
  • Cumhurbaşkanlığı’na mahsus Çankaya Köşkü, Başbakanlığa tahsis edilerek temsili olarak bu makam aşağılanarak itibarsızlaştırılmadı mı?
  • Cumhuriyet’le eşzamanlı olarak kurulan ve Jansen Planı öncesi ilk planlı yerleşim olan Ulus’un tam merkezine Ankara Arena adıyla devasa bir kütle inşa edilmedi mi?
  • Ankara Garı önünde katliam yaşanmadı mı?
  • Ankara Gar Katliamı sonrasında, TÜSİAD’ın Hükümet’e “sabit sermaye yatırımlarını artırma” yönündeki öğütlerine paralel olarak “demiryolları modernizasyonu” adı altında Yüksek Hızlı Tren hatlarına ağırlık verildi ve katliamın yaşandığı Ulus’un tam merkezinde, estetik değerden yoksun bir kütle daha inşa edilerek Cumhuriyet’in kültürel miraslarından biri olan Ankara Garı işlevsizleştirilmedi mi?
  • “ODTÜ ayakta” eylemlerinden sonra ODTÜ’nün devrimciliğini ve direngenliğini kırmak ODTÜ ormanına yol yapılması tartışmaları gündeme getirildi ve hukuk-tanımaz iktidar burada da istediğini gerçekleştirmedi mi?
  • 15 Temmuz gerici-amerikancı darbe girişimi gecesinde, Cumhuriyet’in kurumsal yapısını temsil eden bütün binalar bombalanarak ağır hasar aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi başta olmak üzere, 1923 Cumhuriyeti’nin varlığını somutlayan “yapılar” da böylelikle hem somut hem de soyut olarak değersizleştirilip aşağılanmadı mı?

Bu söylediklerimiz yontma taş devrinde kalan örnekler de değil üstelik, Suriye’ye dört adam gönderip sekiz füze attırılalı üç yıldan biraz fazla oldu. 27 Mart 2014’te kamuoyuna yansıyan bu planın ardından “bombalarla şekillendirilen” Türkiye’yi ve Türkiye’nin “yapısal” dönüşümünü hep birlikte yaşayıp görmüş olduk. “Yapı” kavramının diyalektiğini ve belirlenimlerini anlamak için oldukça canlı örnekler olsa gerek…

Gerçekçi olmak ve “yapı”ların simgeselliğini yadsımamak gerekiyor. Hele ki, “mekânlar örgütlenmesi” olan mimarlık ve kent yapılarına yapılan müdahaleleri hiç de küçümsememek; üretim ilişkileri ve üretici güçler üzerindeki etkilerini doğru okumak gerekiyor. Her iki anlamıyla da “Ulus” yok edilirken, gerçekte olan; Cumhuriyet’in kurumsal üst yapılarıyla birlikte yok edilmesi ve bunun yerine alabildiğine gerici, alabildiğine gerici-amerikancı bir üst yapının inşa edilmesidir.

Son olarak; Osmanlı’nın kentleşme politikasında en sık başvurduğu yöntemlerden birinin, yer isimlerinin değiştirilerek toplumsal ve kentsel belleğin silinmesi ve asimilasyon olduğunu hatırlatalım. Emperyalizmin işbirlikçileri, kent bağlamında da son çare olarak gördükleri Osmanlı öykünmeciliğini denemekten geri durmuyor. Ancak hiç de küçümsememek gerek. Çocuklarımızın Kızılay Meydanı’na “15 Temmuz Milli İrade Meydanı” demesini istemiyorsak; yaşamın ve üretimin gerçekleştiği kentsel mekânın bütün olanaklarını kullanarak; yerleşkelerde, işliklerde, şantiyelerde, madenlerde, fabrikalarda, tarlalarda; emeğin ve emekçinin olduğu bütün mekânlarda örgütlenmek gerekiyor.

Bu toplum, kent ve mimarlık öyküsünün sonunu güzel getirmek için “yapıcılar” görev başına!