Türkiye’nin AKP eliyle kısıldığı kapan

Yazarımız H. Murat Yurttaş, AKP'nin Türkiye'yi emperyalizmin askeri haline getirmesini ve Suriye ile Irak üzerinden içine düştüğü durumu değerlendiriyor.

AKP’lilerin büyük bir çabaları var. “Stratejik derinlik”ten, komşularla “sıfır sorun”dan, “çözüm” günlerinden bu yana geçen sürede duvara toslayan Ortadoğu politikasını toparlamak için bolca hamaset ve “bölünme” korkusu yayarak Tayyip Erdoğan’ın arkasına geçilmesi için uğraşılıyor. Bu koroya çeşitli vesilelerle “ilginç” isimler de katılıyor.

Bir nokta doğru. Türkiye, AKP’nin son beş yılda uyguladığı politikalarla bölgemizdeki tüm çatışmaların kaynağı ve destekçisi olmanın tehlikeli sonuçlarıyla karşı karşıya. “Arap Baharı” ile başlayan emperyalist müdahalede “özgün ve doldurulamaz” bir rol alma iddiasıyla öne atılan AKP’nin ham “bölgesel liderlik” hayalleri bugün Türkiye’nin sınırlarının korunması noktasına gerilemiş durumda.

Emperyalizmin Ortadoğu’ya Irak Savaşı ile başladığı müdahalenin Afganistan ve Irak işgalleri ile ardından “Arap Baharı” ve Suriye direnişine karşı cihatçı terörizm ile sürmekte olan müdahalelerinin bir parçası olmak için yanıp tutuşan Türkiye burjuvazisi ve sağının memleketi getirdiği yerin ülkenin kendi varlık nedenini ve sınırlarını tartışmaya açması olması unutulmamalı.

1990’larda Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Orta Asya’daki Türki cumhuriyetlere “ağabeylik” yapma rüyaları Azerbaycan’da kalkışılan darbe girişimi gibi çiğliklerle çok çabuk sona eren Türkiye burjuvazisi, pastadan daha büyük pay almak karşılığında ABD planlarında edinmek istediği ancak bir türlü cesaret edemediği “emperyalizmin askerliği” rolü için süslü masallara ihtiyaç duyuyor.

Her gün yandaş gazetelerde ABD’nin Türkiye’yi nasıl parçalamak istediğini, bunun için hangi örgütler ile ne işler çevirdiğini, “kahraman” AKP’nin nasıl memleketi savunduğunu yazılıp duruyor. Aynı anda İslamcıları, milliyetçileri, kısacası tüm sağı arkasına almaya çalışan bu yazılarda büyük bir cahil cesaretini ve çarpıtmaları bir arada sunuyorlar. Hikaye, “yedi düvele” karşı savaşan Türkiye ve yeni bulduğu dostu Rusya ile başlayıp ABD ve İran’ın Türkiye’yi “Şii ekseni” ile kuşatması çerçevesinde sürüyor.

Türkiye’nin Ortadoğu’da Türkmenleri dahi elinin tersiyle bir köşeye itmesine neden olan mezhepçiliğinin meşrulaştırılmaya çalışıldığı bu söylemler, aynı zamanda 15 Temmuz sonrasında ABD’nin dümen suyuna tamamen giren Erdoğan ve AKP’nin bu Amerikancılığının örtüsü haline geliyor. 15 Temmuz’da Gülencilerin darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmasını “devrim” sayacak kadar aymaz olanlar ise bu söylemleri besliyor.

Peki bu yüksek sesli koroya rağmen gerçekler neler?

Türkiye’nin Kuzey Suriye’deki Kürt kantonlarından rahatsız olduğu ve “çözüm süreci”nde bu başlığın iki taraf için de hiç masaya gelmeyen “kırmızı çizgi” olduğu artık biliniyor. Son noktada, Türkiye, AKP’yi de aşan bir “devlet kararı” ile, kendi sınırlarını korumak için PKK’ye karşı sert ve sonu görülmeyen bir savaşı başlattı.

Barzani’nin ekonomik kriz nedeniyle iki yıldır ertelemek zorunda kaldığı Kuzey Irak’ta “bağımsız Kürdistan” hayallerine ses çıkartmayan ve Barzani’nin en büyük iş ortağı olan Türkiye’nin Kuzey Suriye’yi “kırmızı çizgi” saymasında ilk bakışta görülen çelişki, ortak paydanın Amerikancılık olduğu düşünüldüğünde kendiliğinden çözülüyor. Öte yandan, PKK’nin “demokratik özerklik” tarifi ise Türkiye’nin sınırlarının kısa vadede olmasa da eninde sonunda tartışmaya açılması anlamına geleceğinden istenmiyor. Son tahlilde, ekonomik olarak güçlü bağlar kurulan Kuzey Irak’taki bir “Kürdistan” adres olarak da gösterilebilir.

Bu çerçevede, Türkiye’nin tek önceliğinin sınırlarını korumak ve PKK ile mücadele olduğunu en başa yazmak gerekiyor. Türkiye’nin attığı ve atabileceği adımların bu önerme üzerinden okunması gerekiyor. Türkiye’nin emperyalizmin kendisine verdiği ödevleri yerine getirmekteki tüm atılganlığının altında da, bölgeye yönelik söyleminde de tek dayanağın bu olduğu düşünülmeli. Dolayısıyla, bu temelde Türkiye’nin herhangi bir “fedakarlık”tan kaçınmayacağı not edilmeli.

Bununla birlikte, PYD’nin ABD ile ilişkileri geliştirdiği, belli bir destek kazandığı ve Kuzey Suriye’de en az iki Amerikan üssüne ev sahipliği yaptığı bir gerçek. ABD’nin Kürt bölgelerine yerleşmesi anlamına gelen bu gerçek, PYD’nin varlığının kolay yok sayılamayacağını gösteriyor.

Ancak “ABD ve PKK’ye karşı Kurtuluş Savaşı” nutuklarına dalmadan önce Türkiye’nin Rakka operasyonunun bir parçası olmak için can atar hale geldiğini unutmamak gerekiyor. Bu George Soros’un yıllar önce söylediği ve 1990’dan beri ABD’nin en fazla istediği şey olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD’nin savaşlarına asker edilmesi planının da hayata geçtiği anlamına geliyor. Bu anlamıyla, PYD kartının da bölgedeki diğer gelişmelerle birlikte ABD açısından Türkiye’yi kendine daha sıkı bağlamanın aracı olduğu ve böyle bir kurtuluş savaşının olamayacağı da bir kez daha vurgulanmalı.

Bu noktada, son dönemde Suriye ve Irak ile ilgili yaşanan gelişmelere ve Türkiye’nin yaptıklarına da bakmak lazım. Zira, yukarıdaki koro aynı zamanda Türkiye’nin Rusya ile yeniden bulduğu “dostluğu” da Türkiye’nin ABD’den sözde kopuşuna delil gösteriyorlar.

Türkiye, 24 Ağustos’ta Cerablus üzerinden Kuzey Suriye’de IŞİD kontrolündeki topraklara bir askeri harekat başlattı. Afrin’in diğer Kürt kantonları ile birleşmesi, diğer cihatçı terör örgütlerinin Azez cebini de kaybederek Halep üzerindeki bütün iddiaların suya düşmesi ve elde yalnızca İdlib’in kalması gibi bir dizi neden bu harekata gerekçe oluşturuyordu.

Türkiye’nin, AKP’nin mezhepçiliğine rağmen bu cihatçı terör örgütlerini bir meşruiyet ve açık işgal sorununu baypas etmek için fırsat olarak kullandığı temel bir veri kabul edilmeli. Son bir yılda Türkiye’nin sınırlarını IŞİD’e kapatmasının bu vahşet örgütünü önemli ölçüde zayıflattığı ve benzeri bir durumun diğer cihatçı çeteler için de geçerli olabileceği düşünülmeli.

Türkiye’nin ABD’nin Suriye planları doğrultusunda tüm cihatçı terör örgütlerine verdiği lojistik desteğin geçen yıl düşürülen Rus savaş uçağının ardından ortaya dökülen “kanıtları”, tüm tarafların pozisyonlarını gözden geçirmesine neden oldu. ABD, IŞİD ve Nusra Cephesi’ni karşısına almak zorunda kaldı. Bu durumun özellikle Nusra Cephesi ile sıkı ilişkileri olan diğer terörist gruplardan tepki aldığı da biliniyor. Dahası, ABD, cihatçı terör örgütlerinin yuvası İdlib’de, Nusra Cephesi, yeni adıyla Şam Fethi Cephesi, komutanlarına karşı “drone” saldırıları dahi yapmaya başladı. Bunun Rusya’nın ABD ve müttefiklerinin cihatçı terörizme karşı sıkıştırmasının ve bir meşruiyet kaybına engel olma zorunluluğunun ürünü olduğunu kabul etmek gerekir.

Bu ortamda Türkiye, Rusya ile sorunlu olarak masanın dışında kalmak yerine ABD’nin “yaramaz çocuğu” olarak ikili bir rol üstlenmeyi tercih etti. Rusya’nın bir darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin belirsiz bir kamp değişikliğine ikna olduğunu kabul etmek için hiçbir neden yok. Dahası Ekim ayının son günlerinde Suriye ve Rusya’dan gelen açıklamalar sonrasında Türkiye Fırat Kalkanı Operasyonu’nu durdurmak zorunda kaldı. Bir haftadır Türkiye uçakları Suriye hava sahasına giremediği için ilerleyiş durmuş oldu. Bunun öncesinde Türkiye’nin desteğiyle Suriye Demokratik Güçleri ile çatışan cihatçı çetelerin de Rusya uçakları tarafından vurulduğu haberi geçilmişti.

Tüm bunlar açıkça gösteriyor ki, Rusya ile Türkiye arasında bir “ittifak” masalı anlatmanın maddi zemini yok. Öte yandan, Türkiye’ye ABD ile Rusya arasında tıkanan görüşmelerde bir tür ABD’nin “kolaylaştırıcısı” olma rolü biçildiği düşünülebilir. Türkiye Rusya’yı yumuşatıp bir yandan da yanına doğru çekerek PYD’nin önemini azaltmayı da umuyor olabilir. Ancak sonuçta Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin Türkiye’nin bağımsız hareket ettiği bir alan olarak görülmemesi gerekiyor. Fırat Kalkanı harekatını bir yıldır ABD ile birlikte planlıyorduk diyenlerin, Nusra/Şam Fethi Cephesi’nin Halep’ten çıkarılması için çalışılacağını söyleyenlerin Rusya ile “Avrasyacılık” oynadığına inanmak ahmakçadır.

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın son dönemdeki ABD ve Rusya ziyaretlerinin de esas olarak bu “kolaylaştırıcılık” rolü, Rusya’nın Suriye’de Türkiye’ye alan açması ve Kürtlerle “fazla samimi” olmaması için ikna çabası ve olarak görülmesi yerinde olur.

Suriye’nin emperyalizme karşı direnişinde iki kritik, stratejik nokta var. Birincisi Doğu Halep kuşatması ve ikinci El Bab. Rusya Doğu Halep’te operasyonların devamı için 4 Kasım’a kadar süre verdi. Şu an için bir değişiklik görülmüyor ve hafta sonundan itibaren Doğu Halep’te kesin sonuç alınıncaya kadar savaşın sürmesi beklenebilir. Bunun yanı sıra, Suriye Arap Ordusu’nun El Bab üzerine gitmek için hazırlıklarını tamamlamak üzere olduğu da biliniyor. Suriye hava sahasının Türkiye’ye kapatılmış olması da esasında bu yönden anlamlı görülmeli. Bu tabloda ABD ve Türkiye’nin Halep kuşatmasını yarma harekatı ise binlerce teröristin hayatına mal olan bir başarısızlıkla sonuçlandı. Cihatçı teröristler şimdi bir kez daha deniyorlar.

ABD ve Avrupa Birliği ile olan ekonomik bağların yanı sıra bu somut gelişmeler de eklendiğinde Rusya ile Türkiye’nin “dostluk” hikayesinin mümkün olamayacağı tartışmasız hale geliyor.

Tüm bu saçmalıkların yanına bir de ABD ile İran’ın “Şii ekseni” üzerine anlaştığı tezleri ekleniyor. Erdoğan ve AKP siyasetinin içeride ABD karşıtlığı üzerine kurulmasından fayda umulsa dahi Ortadoğu’daki tüm kavganın nedeni olan Türkiye ve Sünni şeyhlikler arasındaki kara bağlantısının kopartılması anlamına gelen “Şii ekseni”ne ABD’nin destek verdiğini iddia etmek komik bile sayılmamalı. Bu eksenin aynı zamanda İsrail’in de yalıtılması anlamına geleceği düşünüldüğünde İran’ın böyle bir etkinliğe kavuşması ABD’nin varlık nedenine aykırı.

Türkiye’nin Telafer ve Musul’a ilişkin çıkardığı “mezhep” tantanasının ve Irak sınırına yaptığı yığınağın ABD için İran’a karşı bir güvenlik önlemi olduğundan şüphe yok. Mezhepçiliğin tıkandığı yerde Amerikan karşıtlığının meşruiyet aracı haline getirilmesi açısından ise yetersiz bir söylem olduğu söylenmeli. Öte yandan, Musul ve Telafer’e yapılacak bir müdahalenin Musul’da kapana kısılan IŞİD lideri Bağdadi’yi kurtarmak gibi bir fiyaskoyla sonuçlanması açıklanabilir olmaz. ABD’nin Musul-Rakka yolunu kapatan ve IŞİD’in Irak’tan Suriye’ye çekilmesine set çeken Şii milislere destek vermeyeceğini açıklamış olması da bu açıdan dikkat çekici. Bu arada, Şii milisler için Telafer’e artık sadece 15 kilometre kaldı.

Türkiye’nin Rakka operasyonuna dahil olması pazarlığının sonuçlanmadığını biliyoruz. SDF, Türkiye’nin bu operasyonda yer almasını istemediğini açıkladı. Zaten şu anda PYD ile bir ittifak olmadan Türkiye’nin Rakka’ya ulaşması için bir yol yok. Bu yolun Irak üzerinden veya El Bab ve Münbiç üzerinden açılması ise hem zaman alacak hem de zahmetli olduğu tartışmasız. Burada devreye Tel Abyad’a dönük bir müdahale ihtimali giriyor. Bir diğer ihtimal de Türkiye’nin Fırat’ın batısını tamamen temizlemek için Afrin’e ve PKK’yi Irak’tan çıkarmak için Sincar’a girmesi olabilir.

Sonuçta, bu hamleler için yeterli siyasi güç ise bulunamıyor. İçeride baskının arttırılması da bu anlamda bir çözüm sağlamıyor. Dahası Türkiye’nin dış politikadaki en büyük handikabı sahadaki aktörler içerisinde hareket esnekliği sağlayabilecek seçeneklerinin bulunmaması. AKP’nin çabaları, mezhepçiliği nedeniyle, çoğu IŞİD kontrolünde olan yüzde 20’lik Sünni Araplarla Irak’ta var olmaya yetmiyor. Irak’taki önemli Türkmen nüfusu bile Türkiye nedeniyle bölünmüş durumda. Türkiye’de PKK ile mücadelesi Suriye’de ve Irak’ta ayağına dolanıyor. Bu katılığı hamasi nutuklarla, süslü yazılarla çözmek ise hiç mümkün değil. Bu esneklikten yoksunluk planlar değiştiğinde AKP’nin emperyalizmle uyum sağlamasında da önemli sorunlar da çıkartmıştı ve hala da onu zorluyor.

Türkiye, AKP eliyle bir kapanın içine düşmüş durumda. Komşularıyla, ülkenin yarısıyla, tarihiyle, her şeyle kavgalı bir iktidarın elinde tarihinin en büyük tehditleriyle karşı karşıya. Bu tabloya bir ekonomik kriz ihtimali de eklendiğinde Erdoğan ve AKP için zamanın fazla olmadığını kabul etmek gerekiyor. Bu durum, içeride yükselen baskıyı ve bu yolla başkanlık sisteminin kabul ettirilmesi çabasını da açıklayıcı görünüyor.