Rüzgar gibi geçti

Irmak Ildır bu haftaki köşe yazısında sömürü düzenindeki adaletsizliklere, bu duruma teşne olanlara ve mücadele yöntemine değiniyor.

“Rüzgar gibi geçti” iyi bilinen ve kültleşmiş bir Hollywood filmi. 1939’da çekilen film bir şiirin dizeleri olmaktan çıkarak adeta bir deyim haline geldi.

Bu ifadeyi bugünlerde aklımıza düşüren olay ise ibretlik bir “mahkeme” kararı. Bir yönetmen eskisinin adıyla cisimleşmiş oğlunun işlediği suça karşın, ceza almaması toplumda ciddi bir infial uyandırdı.

Toplum öfkesini farklı kanallardan dışarı vururken, en çok söylenen ifade ise dikkat çekti: “Para adaletin temelidir”. Adaletin de, hukukun da, düzenin de mülkiyetle alakalı olduğunu bu kadar net ifade edecek başka bir dışavurum mümkün mü?

Kesinlikle, hayır!

Bu ifadenin bu kadar net ve yalın bir biçimde kurulabilmesinin tek nedeni ise günlük deneyimlerimiz. Öte yandan, bu gündelik deneyimler neden bir farkındalık yaratmıyor? Neden bu toplum tepkiselliğin ötesine geçemiyor?
Örneğin bu ifadeleri kullanan bizler neden para ile insanlık ölçüyor ve mülkiyetin sağladığı “statüyü” bu kadar çok önemsiyoruz?

Bu soruların cevaplarının gerçek bir cevabını bulmak kuşkusuz çok detaylı bir araştırmanın konusu olabilir. Ortada bir sürü değişken ve belirleyen faktör var, ancak kestirme cevaplar bulmamız o kadar zor değil.

Geçememesinin arkasında birçok nedenle birlikte toplumumuzun biriktirdiği büyük eşitsizlikler bu ikili görünüme neden oluyor. Toplumda her türden adaletsizliğin kanıksanmasını sağlayan şey; bu eşitsizliklere verilecek bir yanıtın bulunamamış olmaması. Yanıtı yaratmayan ise günümüz insanının örgütsel deneyim eksikliğidir. Daha farklı bir biçimde ifade etmek gerekirse mücadele etmek, haksızlıklara karşı tepkisini belirtmek isteyecekler için mevcut kurumların çoğunluğu bir şey ifade etmiyor.

***

Nasıl ifade etsin ki?

Yalnızca yaşam koşulları değil, bugün o mücadelenin belirli şekillerini kapsayacak kurumların pek çoğu insanları kendine çekebilecek netlikten, doğrultu ve kararlılıktan öylesine uzak bir konumda ki; kendilerine dahi “hayırları” bulunmuyor. Bu ifadeyi netleştirmek için bir örneği burada yazmak gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet gazetesinde başlayan ilginç bir röportaj dizisi var. Röportaj dizisinde sendikal kurumların temsilcileri OHAL sürecini değerlendirirken, bu durumun bir tür AKP darbesine dönüştüğünü belirtiyorlar.

Röportaj dizisinde sendikal kurumların temsilcilerinin haklılık payı yüksek isabetli tespitleri var. Ancak bazı noktalar insanda “Bunlar şimdi mi söylenir?” düşüncesini uyandırıyor. Röportaj dizisinin ikinci gününde yayınlanan KESK Genel Başkanı Lami Özgen’in röportajında, Özgen Fethullahçılar-AKP ilişkileri için “Milat 2002 yılıdır” şeklinde bir ifade kullanıyor. Bir bakıma doğru olan bir ifadeye karşın şu sorular ister istemez akla geliyor:

Madem öyle neden AKP’nin akil insanlar projesinde yer aldınız? Sizin için bu iki kurum aynılaştıysa ve belirttiğiniz kadar kötü adımlar atıyorlarsa, ortaklaşmanızı sağlayan etmenler neler oldu?

KESK Genel Başkanı için bu sorulara verecek onlarca “makul cevap” olabilir, ancak bizim göstermeye çalıştığımız siyasal tutarsızlığın sizi nasıl etkisizleştirdiğidir. Dahası bugün toplumumuzdaki yukarıda belirtilen türden çelişkiler olmasına karşın örgütsel deneyim eksikliğinin bulunmasında bu türden tutarsızlıkların yol açtığı iyi bilinmelidir. İstediğiniz kadar mücadeleci bir tarihiniz, aktif bir eylemlilik haliniz bulunsun, siyasal belirsizlikler sizin mevcudiyetinizi sürekli bir biçimde sallar durur. Ortaya da “KESK enkazı” vb. durumlar çıkıyor.

***

Örnekler çoğaltılabilir mi?

Kuşkusuz bu noktada örnekten bol bir şey bulunmuyor. İşçinin hakkını savunduğunu iddia eden bir sendikanın Genel Başkanının kendi genel kuruluna işçilerinden kaçırmamasından tutun da, adında anlı şanlı “Devrimci” kelimesi bulunan bir konfedarasyonunun Genel Başkanı’nın “işçi düşmanlığı” sabit bir Belediye Başkanı’nın açılış törenine katılmasına kadar genişletebilirsiniz bu örnekleri.

Bu örnekler yetmediyse İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin en son açıkladığı verilere bakıp “Bu ay da yüzlerce işçi ölmüş, neden insanlar ses çıkarmıyor?” diye kendinize sorup durabilirsiniz.

Sormak, sorgulamak güzel ama yakınıp dövünmek ve umutsuzluğa saplanıp kalmak yersiz. Eğer bugünün toplumu hiç sonu gelmeyecek gibi hissettiren bir ızdırap içinde yanıp tutuşuyorsa; yukarıda saydığımız örgütsel bağlanma ve siyasal belirsizliklerin etkilerinin ne denli belirleyici olduğunu bir kez daha hatırlayınız.

Hatırlayınız ki; tıpkı 70’li yılların sonunda çekilen “Aile Şerefi” adlı filmde zengin ve şımarık gencin babasının parasının gücüyle çıkartmak istediği “Oktay Buzdolapları” parodisinin bugün “Rüzgar adaleti” yoluyla nasıl gerçeğe dönüştüğünü bilince çıkartınız.

Bu bakış açısına sahip olunca karanlığın ucundaki parıltı bir kez daha fark edeceksiniz. Çözüm yolu ise hiç zorlu değil: Örgütlü mücadele.

Bir parça netlik ve kararlılık size hiç ummadığınız bir ferahlama sağlayacak. Bu ferahlamanın adresi ise “düşüncelerini eylemleriyle birleştirenlerin” yanı olacak.