Özgür Gündem'in Genel Yayın Yönetmenliği'ni devralan Hasan Cemal, bakın Öcalan yakalandığı zaman Milliyet'te ne yazmıştı?

Hasan Cemal Milliyet gazetesinde çalışırken Öcalan yakalandıktan sonra bakın neler yazmış..

Özgür Gündem'in Genel Yayın Yönetmenliği'ni devralan Hasan Cemal, bakın Öcalan yakalandığı zaman Milliyet'te ne yazmıştı?

Özgür Gündem gazetesi ile dayanışma çalışması kapsamında Hasan Cemal, gazetenin genel yayın yönetmenliğini geçtiğimiz günlerde devraldı. Kürt sorunu ile ilgili son yıllarda yazdığı kitaplar ile de gündeme gelen ve liberal çizginin temsilcisi Cemal’in, yaptığı büyük makas değişikliği öncesinde Kürt siyasi hareketine bakışı doksanlı yılların devlet çizgisi ile tamamen örtüşüyor. Hatta bu örtüşme Mehmet Ağar ile aynı masada yenilen yemeklere kadar varıyor.

Milliyetçilerin aynı zamanda nasıl liberal olabileceklerinin en güzel prototoipi olan Hasan Cemal’in, Abdullah Öcalan yakalandıktan hemen sonra 17 Şubat 1999 tarihinde Milliyet gazetesinde yazdığı yazıyı yorumsuz olarak yayınlamak istiyoruz.

Bununla birlikte Kürt siyasi hareketinin gazetesi Özgür Gündem’in bünyesinde bu tür isimlere yer vermesi, onların da yaptıkları büyük makas değişiklikleri ile ilgili olsa gerek.

Dönüm noktası…

Hasan CEMAL

 17 Şubat 1999

Başbakan Ecevit’in televizyondan açıklamasını dinlerken bir heyecan dalgası yalıyor içimi. Gerçekten tarihi bir an, bir dönüm noktası. Apo’nun yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, 1984’ten beri Cumhuriyet devletinin PKK’ya karşı verdiği haklı ve meşru mücadelede bayrağın zirveye dikilmesi, zaferin tescilidir. Şimdi önemli olan, bir komutanın deyişiyle “teröristin geldiği vasatın yok edilmesidir.”

Tarihi bir dönüm noktasında geleceği planlamak…

Türkiye için gerçekten tarihi bir an, heyecan verici bir an. Başbakan Ecevit’in açıklamasını dün sabah televizyondan izliyorum:
“Sabaha karşı saat 03.00’ten itibaren bölücü terör örgütünün başı Türkiye’dedir. Dünyanın neresinde olursa olsun devletimizin onu ele geçireceğini söylemiştik. Bu devlet sözü yerine getirildi. Yaptıklarının ve yaptırdıklarının hesabını artık Türk adaletine verecektir. Bölücü terörle Türkiye’de bir yere varılamayacağını, devletimizle baş edilemeyeceğini artık herkes anlamalıdır.”

Tarihi bir dönüm noktası!

Bir başka deyişle:
Apo’nun yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, PKK’ya karşı Cumhuriyet devletinin 1984’ten beri sürdürdüğü haklı ve meşru mücadelesinde bayrağın zirveye dikilmesi ya da zaferin bir yerde tescil edilmesidir.
Bu büyük başarı öncelikli olarak askeri bir başarıdır. Silahlı Kuvvetlerimiz, devlete karşı silah çekmiş, 15 yıldır şiddet ve terörü politika aracı benimsemiş, insanlığa karşı suç işlemiş olan PKK’yı çökertmiştir.
Bu askeri başarının arkasında hiç kuşkusuz siyasi irade vardır. Siyasal ve diplomatik kararlılık vardır. Apo’nun Suriye’den çıkarılmasında olduğu gibi, diplomasinin arkasına yığılan askeri güç vardır. Ve tabii en acısı, verilen şehitler, milletçe yıllardır katlanılan maddi ve manevi fedakarlıklar vardır.

Bu kavşakta son derece serinkanlı hareket etmek ve bundan sonrasını kuyumcu titizliğiyle, sükunetle planlamak durumdayız. Çünkü, bu gibi durumlarda uç verebilecek zafer sarhoşluğu bazen sağlıklı düşünmeyi engelleyici bir ortam yaratabilir. Bu tarihi dönüm noktasına gelinmesinde emeği geçen sivil -asker herkesi kutlarken, bir başdönmesi ihtimaline karşı uyanık olabilmeliyiz.

Nereden nereye?..

Yıllar bir filim şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Bu tarihi dönüm noktasına kolay gelinmedi. Arşivimi karıştırıyorum. Özellikle 1992 başından itibaren Güneydoğu’ya yaptığım gezilerden ilginç ipuçları var.

Şırnak, 1992 başları…

Bir devlet memuru kulağıma eğiliyor, “Beyim” diyor alçak sesle, “Şırnak bizler için kapalı bir cezaevi…” Günbatımında herkes evine kapanırken, devlet de elini ayağını çekmeye başlıyor, meydan PKK’ya bırakılıyor. Şırnak Tugay Komutanlığı’nın bahçesindeki helikoptere doğru yürürken bir askeri yetkili, “İşler fena, hem de çok!” diyor.

Diyarbakır, 1992 Mart sonu…

Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan’ı dinliyorum: “Bölgenin bazı yerlerinde vergi toplamaya, asker almaya başlamıştı PKK. Öyle yerler vardı ki valiler, kaymakamlar gündüz vakti bile bir yerden bir yere gidemiyorlardı. Şırnak ve Cizre neredeyse ‘kurtarılmış bölge’ haline getirildi.”
1991, 1992 yıllarını bir keresinde dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’ten şöyle dinlemiştim: “Özellikle Şırnak – Cizre – Nusaybin üçgeni… Lice, Genç, Kulp… Buralara hakim olmuştu terör örgütü. Seyahat hürriyeti kalkmıştı. Bir keresinde Şırnak’ta bir dükkana girmiş, selam sabah alamamıştım.”

Devletin sopası…

Devlet, 21 Mart 1992’de, yani Nevruz’da Şırnak’ta, Cizre’de, Nusaybin’de vuruyor. Hem de fena halde. Yöre halkına devletin mesajı açık: “Ben devletim, terör örgütünden daha güçlüyüm. Ayağını denk al, benim yanıma gel!”

Diyarbakır, 1992 Nisan başı…

Diyarbakır bağımsız milletvekili Hatip Dicle’yle (halen hapiste) konuşuyorum. Nevruz olayları için “Devlet şiddeti seçti” diyor, “Böylece PKK daha da kitleselleşecek.”
Ama PKK kitleselleşemiyor!
Darbe yedikçe etkisizleşiyor.
Oysa bu konu özellikle 1992’de, 1993’te sıcak tartışmaların konusuydu. Kimileri, “Yalnız askeri mücadele, yalnız devletin sopası, Apo’nun şiddet değirmenine su taşır” derdi. Kimileri de “Bugüne kadar devlet sopasını tam göstermedi, kararlı davranmadı, pasif kaldı. Yeni yeni devlet dişini gösteriyor, bu politika devam etmeli” görüşünü savunurdu.

Apo ne diyor?

Bekaa Vadisi, 1993 Nisanı…

Suriye’nin kontrolündeki Lübnan topraklarında Apo’yla röportaj yapıyorum. PKK liderinin ayakları yerden kesik. Türkiye’ye gelmekten, Diyarbakır’da politika yapmaktan söz ediyor. Diyarbakır’a nasıl girebileceğini gözünün önünde canlandırıyor. Bir ara çoşup şöyle diyebiliyor: “Şimdilik kamuoyu buna hazır olmayabilir. Ama ben hem Kürdistan hem Türkiye kamuoyunu hazırlayabilirim, bu zor değil.”

Cizre, 1993 Temmuz ayı…

Cizre, PKK için önemli bir üs. Toplumsal desteği var örgütün. Psikolojik üstünlük devlette değil. Güvenlik güçleri gündüzleri çarşı pazarda ancak motorize dolaşabiliyorlar. PKK, rahatça para topluyor, dağa eleman götürüyor. Devlet yetkilileri özel söyleşilerinde bunları reddetmiyorlar.

Silopi, 1993 Kasım ayı…

Bir polis memuru anlatıyor: “Akşam olunca çoluk çocuk bir strestir başlıyor. Keleş (Rus malı makineli tüfek) sesine çoktan alıştık. Roket korkusu var. Geçenlerde bir arkadaşımızın lojmanına isabet etti.”

Diyarbakır, 1993 Aralık başı…

Zaho’dan, Kuzey Irak’tan Habur’a girdik güneş batarken. “Diyarbakır’a gideceğiz” dedik. Deli gözüyle baktılar. Gümrükçü, “Abiler bu sakat iş” dedi, “Çok tehlikeli, telsizlerden duyduk, Cizre’de büyük bir çatışma var.” Yola koyuluyoruz ama Cizre’yi bir polis panzerinin eşliğinde, silah sesleri arasında geçiyoruz gece vakti…

Devletle yemek…

Diyarbakır, 21 Mart 1994…

Polis Evi’nde yemekteyim. Olağanüstü Hal Valisi Ünal Erkan, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, Yedinci Kolordu Komutanı Korgeneral Metin Sağlam, Jandarma Asayiş komutanı Korgeneral Hasan Kondakçı, İkinci Taktik Hava Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Ergin Celasun. istihbarat ve güvenlik yetkilileri, vali yardımcıları, yargıçlar…
Turgut Özal eleştiriliyor. Zamanında bölücü örgütün üzerine devletin bütün şiddetiyle gitmesini engellediği için… Bir avuç eşkıya diye küçümsediği için…
Yemekte bir komutanın sözleri:
“Şırnak’ta 21 Mart 1991 Nevruzu’nu hatırlayın. Sabahtan akşama kadar PKK bayrağı meydandaki direkten indirilememişti. Atatürk heykeline neler yapmışlardı. Arkasından 1992 Nevruzu geldi. Ders verildi PKK’ya Şırnak’ta… Güvünü gösterdi devlet… Devletle oynamanın bir bedeli olduğunu gördü herkes. Bugün de Nevruz. Ve çıt çıkmadı Şırnak’ta…”

Devletin reçetesi…

Diyarbakır, Mayıs 1994…

İdil, Şırnak, Cizre ve Dargeçit’i dolaştıktan sonra ilk izlenimler: “Askerde, poliste hava değişimi. Yüzler gülüyor. PKK’nın darbe yediği, gerilediği anlaşılıyor. Buralarda sokak artık geceleri de devlete geçmiş. PKK zemin kaybediyor. Psikolojik üstünlük faktörü devletten yana işlemeye başlamış… Bir güvenlik yetkilisinin deyişiyle devletin 1992 Nevruzu’ndan itibaren uyguladığı acı reçete etkisini göstermeye başlamış…”
Cizre’de bir komutan: “Akşamları artık vatandaş sokağa çıkmaya başladı. Çocuklar çarşıdan geçerken askere el sallıyor.”
Cizre, Kasım 1994…
Buralarda yaşam bir zamanlar cehennemdi. Günlük hayat olağan akıyor. PKK yok kentte. Dağa çekilmiş…

Kulp da Şemdin Sakık’ın…

Diyarbakır, Temmuz 1996…

Komutan anlatıyor:
“Teröristi şehirden sonra dağda da büyük ölçüde tesirsiz hale getirmeye başladık. Dağda da hem psikolojik üstünlük hem de alan üstüğü bize geçti. Bu durum özellikle son bir yıldır öyle. Bundan sonra önemli olan şu: Şırnak’ta, Cizre’de bir evden çıkan beş kişiden dördü işsizse ne olacak? Çocuğunun gidecek okulu yoksa ne olacak? Doktoru, ebesi yoksa ne olacak?”

Kulp, 1997 Ağustos ayı…

Pata pata uçuyoruz helikopterle. Silvan, Sason. Altımızda Kulp, sırtını dağlara dayamış. Genç bir komutanı dinliyorum: “Kulp için bir zamanlar PKK’nın askerlik şubesi denirdi. Çarşıda silahlı dolaşırdı terörist. Bir astsubayı çarşının ortasında şehit etmişlerdi. Uzun zaman caddede yatmış, kimse cesaret edip alamamıştı. Bak şu ışığın parladığı tepe var ya, orası Keltepe. Kulp’a 15 kilometre mesafede. Dört beş yıl öncesine kadar orada Şemdin Sakık’ın kampı vardı.”

Teröristi yok eden…

Diyarbakır, 1997 Ağustos sonu…

Bir komutan anlatıyor:
“Asker olarak teröristle mücadeleyi kelle koltukta verdik, çok şehit, gazi verdik. Ama çok mesafe katettik, başarılı olduk. Fakat terörle mücadele çok boyutlu. Bu iş askerden çok sivillere düşüyor. İşsizlikle mücadele… Eğitim, sağlık seferberliği… Çünkü teröristle mücadele aysbergin yalnız suyun üstüne vuran yana. Sen eğer teröristin geldiği vasatı yok edemezsen, benim mücadelem de boşa gider.”
Şimdi bir dönüm noktasındayız.
Bütün acılar, fedakarlıklar boşa gitmesin! Bu tarihi kavşaktaki büyük başarının sonrası çok iyi planlanmalı. “Teröristin geldiği vasatın yok edilmesi” için çok yönlü, çok boyutlu bir mücadele içine girebilmeli Türkiye…

Son söz:
Türkiye’nin bu büyük başarıyla kazandığı büyük moral boşa harcanmasın!