Manzara-i Umumiye

Toplumsal ve siyasal yapının artık dinsel referanslarla belirlendiği, uluslararası gözlemcilerin ülkeye davet edildiği, savaş tehdidi altında olduğumuz bu günlerde gericiliğe ve emperyalizme karşı tereddütsüz, amasız ve fakatsız bir mücadele yürütülmelidir.

Bir suikast ya da bombalı bir saldırı sonrası neler yapılır?

Önce yaralılara müdahale edilir. Aynı anda bir güvenlik çemberi oluşturulur. Özellikle delillerin korunması, yok olmaması için. Tabi yeni bir saldırı ya da bomba ihtimaline karşı da önlemler alınır. Ardından bir dizi önlem daha alınır.

Peki, sonra ne yapılır?

Sonra yayın yasağı konulur.

Bu bir “yönetememe” halidir. AKP iktidarının “yönetememe” haline bir örnektir. Ancak, yanlış anlaşılmasın, “yönetenlerin eskisi gibi yönetememesi” halinden (şimdilik/hala) bahsetmiyorum.

Bunun yanında, kabul etmek gerekiyor ki, bu “yönetememe” hali, AKP iktidarı açısından bir “yönetme/yönetim” haline gelmiştir. O nedenle de tırnak içindedir.

Tabi, kendileri de bunun sürdürülebilir olmadığının farkındalar. Sistem artık kendini “yenileyerek” yerleşmelidir. Anayasa, başkanlık, adalet, güvenlik, denetim… Bugün tartışılan/tartıştırılan tüm başlıklar doğrudan sistemin yerleşmesi ile bağlantılıdır.

“Yönetememe” halinin bir “ara yönetim” biçimi olarak devam edebilmesinde, kuşkusuz Meclisteki “muhalefetin” payı bulunmaktadır. MHP’yi yazı dışı bırakalım, “sol” iki parti CHP ve HDP’nin izledikleri siyaset, AKP iktidarının hukuk dışı söz ve eylemlerini (ve hukuksuz hallerini) meşrulaştırmıştır. Tabi ki, bahsedilen yalnızca Haziran ve Kasım seçimleri sonrası değildir. Tüm bu AKP’li “dönüşüm” yıllarında, 2. Cumhuriyet rejimini veri alan siyasetlerdir, kastedilen.

Peki, gelinen noktada, AKP’nin Haziran, özellikle de Kasım seçimlerinden sonra hukuku tamamen bir kenara bırakarak, şiddete ve tehdide dayalı bir şekilde hayata geçirmeye çalıştığı politikaları devam ederken, burjuva siyasetinde tekrardan bir uzlaşma ortamı doğabilir mi? Falcılık yapmamız mümkün değil. Ancak, “yeni” anayasanın bunu sağlayacak en uygun gündem olduğu not edilmeli. Kaldı ki, bu yönde uğraşlar işaretini vermeye başladı bile.

Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” metni sonrası gelişen linç ortamı bir dizi “yetmez ama evet”çi için fırsat olmuştur.

Akademisyenlerin metninin içeriğine dair bir dizi tartışma yapılabilir. Ancak bu metin üzerine yapılacak tartışmalar artık başka bir düzleme geçmiştir. Tartışma, yukarıda bahsettiğimiz, iktidarın şiddet ve tehdide dayalı politikaları ile bağlantılı bir düzlemde sürmektedir ve buradan sürmeye devam edeceği görülmektedir.

Ancak, sonrasında Baskın Oran’ın yüzü ile açıklanan dört maddelik bildiri kötü niyetli olmanın ötesinde utanmazcadır. Bildirilerinde 12 Eylül’ü aratacak baskıdan, Kürtlere 1919 yılından bu yana verilip tutulmayan sözlerden bahsedenlerin AKP iktidarının bileşeni oldukları dönemleri unutturmaları mümkün değildir. Bugünkü tablonun başta gelen sorumluları arasındadırlar. Şimdi AKP’nin karşısında gözüküyorlar diye, solun içinde dolaşmalarına ve sol adına konuşmalarına izin verilebilirler mi?

Yine de, yalnızca bu toplamdan ibaret olunsa idi çok önemsenmezdi. Zaten bu toplamın kendi başlarına inandırıcılıkları da kalmamıştır. Ancak, uzun zamandır dillendirdiğimiz üzere, yeni bir yetmez ama evet dalgası ile karşılaşma olasılığı yüksektir. Görünen o ki, Kürt sorununun çözümü ve bununla bağlantılı ve bağlantısız olarak anayasa gündemi üzerinden bu dalgaya bu sefer soldan yenileri eklenecektir.

Bir hatırlatma yapmak zorundayım. Seçimlerden önce AKP’yi hatta yalnızca sarayı karşıya alan stratejinin kendisinin bütünlüklü bir politik hattın içerisine yerleştirilmemesi halinde sonuçsuz kalınacağını, sermaye iktidarının bir bütün olarak doğrudan karşıya alındığı bir mücadele hattının örülmesi gerektiğini söylemiş ve hattın sermaye iktidarını karşıya alarak kurulmasının açılacak anayasa tartışmalarında veya bununla bağlantılı tartışmalarda kendini çok daha net göstereceğini belirtmiştik. Bunları dediğimiz içinde siyaset dışı kalmakla eleştirilmiştik. Bizi eleştirenler bugün güncel olarak AKP iktidarını, ama daha genel olarak sermaye egemenliğini hedef alan bir mücadele programını oluşturmaktan bahsetmekteler. AKP rejimine karşı mücadelenin AKP’nin kendisini aşan uzantılara sahip olduğu vurgulamaktalar.

Bunlar güzel. Ancak yeterli değil. Yeterli değil, çünkü solun büyük bir bölümü “zamanı gelince bakarız” diye diye güncel siyasete hapsolmuş durumda. Geliştirilen seçenekli devrim stratejisi ile sürekli zikzak çizer hale gelinmiş, düzen içi çözümlerin içinde devinmek zorunda kalınmıştır. Bu nedenle, yarın ne yapacakları da bilinmez.

Evet, sol ortaklaşmanın, birlikte mücadele etmenin yollarını aramalı ve bulmalıdır. Ancak ne yukarıda bahsettiğim “tarz” ile ne de dayanışmanın kendisini politik bir çalışma olarak algılayan tarz ile bu mümkün değildir. Toplumsal ve siyasal yapının artık dinsel referanslarla belirlendiği, uluslararası gözlemcilerin ülkeye davet edildiği, savaş tehdidi altında olduğumuz bu günlerde gericiliğe ve emperyalizme karşı tereddütsüz, amasız ve fakatsız bir mücadele yürütülmelidir.

Sol bu ülkenin geleceğine dair ortaklaşmalı, bunun mücadelesini bugünden örmelidir. Bu sosyalizm ve sosyalizm mücadelesidir.

Tüm bunlar içinse bağımsız komünist bir hattın örgütlenmesi elzemdir.

Bu yola girilmiştir.