Kaybedilmeye çalışılan büyük insanlığımız

Ekim İsmi, Nazım Hikmet ve yeni gün yüzüne çıkan eserlerinden hareketle, çağlar boyunca sanata yapılan saldırıyı yazdı

Nâzım Hikmet’in şiirlerinin yazılması da, basılması da, okunması da, paylaşılması da bir vakadır. Şiirlerin edebi zenginliği, içeriksel derinliği bir yana o şiirlerin günümüze ulaşabilmiş olması bile üzerinde önemle durulmayı haketmektedir. Nâzım’ın yaşamı hep baskı altında, mücadele içinde, hapislikte, sürgünde geçmiştir. Bu koşullarda kavgasının en büyük silahı olarak kullandığı edebi dehasını ve bunun ürünlerini sağlıklı bir şekilde korumak da her zaman mümkün olmamıştır.

Nitekim, Nâzım’ın bazı eserleri ancak ölümünden sonra yayınlanmıştır ve halen Nâzım’a ait yeni bulunan ya da daha önce hiç yayınlanmamış şiirler ortaya çıkmaktadır. Yakın zamanda, benim hatırladığım, dört yeni şiiri yayınlandı büyük şairin. Bunların ikisi Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arşivinden çıktı. Birinde “Bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede/ bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak/ yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatımızın/ bir de ağır yürüyor ki deli olmak işten değil/….” derken, “Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden/ gölgem gibi demiyorum/ çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da/…” diyor ikincisinde.

Daha yakın zamanda bulunan diğer iki şiirindeyse “Rüyalarım mükemmel:/ ​​Hep dışardayım./ Kâinat güneşli, kâinat güzel./ Rüyalarımda daha bir kerre bile hapis olmadım,/ bir kerre bile dağdan​/ yuvarlanmadım uçuruma./…” ve “Sen buradaydın Henri Martin,/ burada, Berlin’de, herkesin gözü önünde./ Ağustos’un beşinde bu bin dokuz yüz elli bir yılının./ Biz siyahı, sarısı, beyazı, yüz dört ülkeden delikanlı ve kız,/ ​​dinmeyen alkışlarla karşıladık seni/ ​​türküler ve yükselen bayraklarla,/ ​​sana çiçekler sunduk./…” Bu iki şiirden ilki başka kitaplarda ve Nâzım’ın sağlığında basılan İtalyanca ve Rusça baskılarda yer almış, ama Türkçe toplu eserlerde ilk kez yayınlanıyor. İkincisinin ise orjinali değil de Rusça çevirisi bulunmuş. Şiir her iki şiirin yayınlanmasını sağlayan M.Melih Güneş tarafından Rusça çeviriden tekrar Türkçe’ye çevrilmiş.

Çağına ve ülkesine sığmayan, insanın insan olma sürecinin en büyük araçlarından olan “dil”i sıradan insanın sınırlarının çok ötesinde kullanabilen ve tam da bu yüzden insanlığın ilerleyişine büyük katkı sunan bu büyük şairin her yeni bulunan/yayınlanan şiirini insanlık tarihi için bir kazanç olarak görmek ve heyecanlanmak gerek.

Ama bu madalyonun bir tarafı. Bir de Nâzım’ın yayınlanmış ama yasaklanmış, bilinen ama yok edilmeye çalışılmış eserleri var. Yayınlanmış ama yasaklanmış olanlar zaman içinde bu yasakları aşıp yayınlanabildiler. Ama Nâzım’ın en büyük eseri sayılan Memleketimden İnsan Manzaraları’nın yayınlanma macerası biraz farklı gelişti. Memleketimden İnsan Manzaraları Nâzım için çok önemliydi. Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:

“Evvela kitabın ismini yanlış koymuşum, Memleketimden İnsan Manzaraları değil, İnsan Manzaralarından Memleketim olacak. Ta, bu işe başlarken sana yazdığım şeyi, ne yapmak istediğimi, bu doğru isim meydana çıkarıyor. Ben akılda kalacak, ölmez tipler ‘yaratmak’, yahut onları tespit etmek niyetinde değilim. Ben memleketimin sosyal bakımdan karakteristik tiplerini -muayyen bir devirde yaşamış ve yaşayan- vererek muayyen bir devirde memleketimin manzarasını çizmek istiyorum. Yani kitabı okuyup bitirdikten sonra aklında kalmasını istediğim ayrı ayrı insanlar değil, bu insanların aynasından memleketimin topyekûn -muayyen bir devirde ve inkişafı halinde- sosyal manzarasıdır.”

Evet, İnsan Manzaraları üzerinde detaylı düşünülmüş, misyonu büyük bir eserdi. Nâzım böylesi bir misyon yüklediği eserini sadece şiir olarak da görmüyordu. Yazdığı başka bir mektupta “Yani şimdi şu yazdığım 3350 küsurluk kitap bir şiir kitabı değil. İçinde şiir unsuru var, hatta bazen teknik bakımdan kafiye filan bile. Fakat aynı derecede nesir ve tiyatro, hatta senin kaydettiğin gibi sinema senaryosu unsuru da var.” diyordu.

Bu kadar önemli bir eser cezaevi koşullarında, parça parça yazılıyor ve biriktiriliyor. Sonrasını Piraye’nin oğlu, Nâzım’ın üvey oğlu, Memet Fuat şöyle aktarıyor:

“Nâzım Hikmet, 1961’de yazdığı bir yazıdan anlaşıldığına göre, ‘Tarihim’ diye söz ettiği yapıtın polisin eline geçip kaybolduğunu, sağda solda böyle bazı parçalarının kaldığını sanıyordu.

Piraye, ayrıldıkları zaman, isteği üzerine, elindeki en derli toplu müsveddeleri Nâzım’a yollamıştı. Nâzım’ın Vâ-Nû’larda kaldığı günlerde bunları gözden geçirdiği, birtakım düzeltmeler yaptığı biliniyor. Sonra şair, bir polis baskını tehlikesine karşı, karısının arkadaşı olan ünlü bir kadın romancıya vermişti bu müsveddeleri, saklaması için. O da kız kardeşine vermiş, evinin aranması söz konusu olmayan biriyle evli kız kardeş ise, karanlık bir dönemde, korkup yakmıştı hepsini.”

Ne kadar sıradan değil mi? “… karanlık bir dönemde, korkup yakmıştı hepsini.”…

Memleketimden İnsan Manzaraları Nâzım’ın yaşadığı yıllarda bütün olarak hiç basılmadı. Çok sonraları oto-sansüre uğrayarak yayınlandı ve zaman içinde sansürlü kısımlar da ortadan kalktı. Fakat görünen o ki, bugün, hepimizin bildiği ve okuduğu Memleketimden İnsan Manzaraları eserin son hali değildir. Şu yaşlı dünyamıza kaç asırda bir geleceği belli olmayan bir dehanın en büyük eserine verdiği son biçim (belki de yaptığı ekler, tek bir mısra ya da belki koca bir bölüm, kim bilir) “karanlık bir dönemde, korkup” yakılmıştır!

Öyle ya, insanlık tarihi yakmalara, yıkmalara fazlasıyla alışıktır. İçinde 150 bin cilt civarı el yazması eser bulunan İskenderiye Kütüphanesi yakılıp yok edilmiştir mesela; çünkü, bu kadar çok bilgi dönemin egemen siyasi ve dini erklerine mutlak itaati engellemektedir. Ya da daha yakın bir tarihte, 1933 yılının 10 Mayıs tarihinde, Almanya’da Naziler büyük bir ritüelle yakmışlardır kitapları. Kitapları yakmaya başlamadan önce yapılan temsili konuşmalarda şunlar söylenmiştir:

“Sınıf mücadeleleri ve materyalizme karşı, milli toplum ve ideal bir hayat için! Marx ve Kautsky’nin yazmalarını alevlere bırakıyorum.”

“Ruhu kemiren hareketli yaşama aşırı değer biçilmesine karşı, asalet ve insan ruhu için! Sigmund Freud’un yazmalarını ateşe veriyorum.”

“Alman dilinin barbarca denatürasyonuna karşı, halkımızın kıymetlisinin, dilimizin korunması için! Alfred Kerr’in yazmalarını alevlere fırlatıyorum.”

Daha yakın bir dönemdeyse hemen yanıbaşımızda insanlık tarihinin büyük mirasları yine karanlık, yobaz, insanlık düşmanları tarafından yakılıyor, yıkılıyor, yok ediliyor ve yağmalanıyor. Suriye ve Irak sınırları içinde yer alan Hatra, Ninova, Nimrud, Horsabad, Apamea, Mari, Duro-Europos antik kentleri, bazı türbeler, camiler ve manastırlar IŞİD tarafından yok ediliyor ve/veya parçalanarak satılıyor. İnsanları yok etmekten zevk alanlar insanlığa ait kültürel değerleri de yok etmekten geri durmuyorlar.

Peki, tüm bunlar nereden mi çıktı?

IŞİD’in Türkiye sınırının bir tarafında yaptığı işin benzerini uzunca bir süredir sınırın bu tarafında mevcut iktidar yapıyor. Ülkenin doğal ve kültürel mirasları doymak bilmez bir hırsla yağmalanıyor ve yok ediliyor. Görgüsüzlük ve cahillik el ele bu topraklardaki insanlık tarihine ait her şeye saldırıyor. O yüzdendir ki, dünya ve insanlık tarihindeki bir çok bilinmeyeni ortaya çıkaran Yenikapı kazıları için Tayyip Erdoğan’ın yorumu “çanak çömlek yüzünden Marmaray projesi gecikti” oluyor.

İnsanlık düşmanlarının son yıkım alanı Diyarbakır Sur içi oldu. Diyarbakır’ın Sur ilçesinde hendekler gerekçe gösterilerek başlatılan operasyonlar tarihi M.Ö.7500’lere giden ve dünyanın bilinen en eski yerleşimlerinden olan Sur içini yıktı/yıkıyor. Operasyonlar devam ederken dillendirilmeye başlanan “Sur içinin rehabilitasyonu”, “kentsel dönüşümü” sözleri, orada yapılanın sadece askeri değil, aynı zamanda ticari bir operasyon olduğunu gösteriyor. Kim bilir belki de Sulukule’de yaptıkları gibi mekanın asıl sahiplerini göç ettirip, yeni yaptıkları yerlere hacıları hocaları yerleştirmeyi planlıyorlardır.

Sözün kısası, dünyada, bölgemizde ve ülkemizde iktidarda olanlar insanlık tarihine ait değerlerin yok edilmesi suçunu da işliyorlar. Bunu son derece bilinçli bir şekilde, korkutmak ve köklerinden koparmak/köklerini unutturmak için de yapıyorlar. Nereden geldiğini bilmeyenlerin nereye gitmeleri gerektiğini sorgulamayacaklarının farkındalar.

O yüzdendir insanoğlunun geldiği yeri gösteren Sur içiyle, insanoğlunun kurtuluşunun yolunu gösteren Nâzım’ın aynı insanlık düşmanları tarafından yok edilmeye çalışılması…

Yararlanılan kaynaklar:

  • Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Tartışmaları, Dünya Görüşü, Şiirinin Gelişmeleri; Memet Fuat, Adam Yayınları
  • NTV Sanat
  • Agos