Kaçınılmaz görevler ve taşları yerine oturtma zorunluluğu

Kamil Tekerek yazdı: Kaçınılmaz görevler ve taşları yerine oturtma zorunluluğu

Türkiye siyasetinde uzun süredir tartışılan bazı başlıklar açısından önemli sayılabilecek dönüm noktalarından birinden geçtiğimizi söyleyebiliriz.

Bu noktayı ve başlıkları açarak ilerlemeye çalışalım.

Öncelikle sermaye devleti ve AKP iktidarı açısından Türkiye’nin güncel ve tarihsel açıdan oturduğu yer çok daha belirginleşmiş durumda. Daha açık söylemek gerekirse sermaye iktidarı bugün merkezileşmeye daha fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde siyaset alanında örneğin başkanlık sistemi ile birlikte yeniden bir dizaynı daha kolay yapacak.

Siyasi gelişmeler sadece siyasi gelişme değildir kuşkusuz. Bunların toplumsal ayakları, iktisadi yanları ve olmazsa olmaz diyebileceğimiz sınıf mücadeleleri yanı da var.

Örnek olsun, başkanlık sisteminin Türkiye’de tek adamcılığın, otoriterleşmenin, siyasette tek bir noktanın ağırlık kazanmasının önünü açacağını artık ülkede çocuklar bile biliyor.

Ancak tüm bunlarla birlikte, partili cumhurbaşkanlığı nasıl artık halka yabancılaşmanın doruğu olacaksa, başka bir doruğun da emek sömürüsünde derinleşme ile kendini ortaya koyacağını, piyasacılıkta zirveye ulaşacağını, toplumsal baskının bu yüzden çok daha artacağını bugünden varsayabiliriz.

Emek sömürüsünde artış, piyasacılığın zirve yapması, esnek üretimin temel çalışma biçimine dönüşmesi vb… işçi sınıfını sindirecek adımlardan bahsediyoruz.

Bir taraftan baktığınızda ne kadar gerçekler ve aslında ne kadar hayatımızın içindeler değil mi?

Oysa ki başka bir pencereden baktığınızda, emekçilerin beklentileri bugün yüksek bir seviyeye ulaşmış olan “milli mutabakat”a endekslenirken, diğer taraftan ise düzene muhalif olan ya da olma potansiyelini içinde barındıran kesimlerde farklı beklentiler oluşabiliyor. AKP’nin kendi içindeki dengelerin kendiliğinden ya da sistem içindeki bazı çelişkilerin sonucunda çözülebileceğinin vaaz edilmesi ve bu noktada oluşan bilinç bahsettiğimiz duruma bir örnektir.

Yanlış bilincin bir adım sonrası sahte umutlardır ve devamında emekçilerin dünyasında son noktada umutsuzluk ve mutlak çöküş aşamalarına geçilir.

Bu durum ülkemizde nasıl mı hayata geçiyor? Çok basit. Örneğin sistemin kendi içinde biriken çelişkilere rağmen bu krizleri perdeleyebilmesinin çok temel iki nedeni var. Birincisi sınıfsal çelişkilerin sistem dışında birikerek oluşturacağı basınç ile sistemi sarsma ihtimalinin bertaraf edilmesi. İkincisi ise ekonomik ve siyasal olarak emperyalizme bu kadar yüksek düzeyde bağımlı bir sistemin içindeki merkezkaç kuvvetlerinin dizginlenmesi olarak tanımlanabilir.

Öyleyse Türkiye’deki siyasal gelişmeleri de bu pencereden bakarak çözümlemeye çalışmayı ve sınıf mücadelelerinin bulunduğu nokta ile ulaşabilme potansiyeli olan noktaları ortaya koyarak yolumuza devam edebiliriz.

Bu noktada başkanlık gündemi üzerinden burjuva siyasetinin tüm özneleriyle sistemi nasıl sarıp sarmaladığını artık görmek kolaylaşmıştır. Sosyal demokrasi, liberalizm, demokratik siyasal oluşumlar Türkiye’de genelde sisteme muhalif görünürler ancak bunun biçimsel olduğu deneyle sabittir. Dolayısıyla son tahlilde her zaman düzenin sömürü çarklarına su taşımaktan başka bir işe yaramazlar.

Şöyle ki, başkanlık meselesinin özünün de, dışındaki kılıfının da tamamen sağ ideoloji tarafından bezeli olduğu ve Türkiye siyasetinin en temel iki sağ (İslamcı ve milliyetçi) unsurunu yan yana getirdiği açık. AKP ve MHP’nin başkanlık gündemi üzerinden hayata geçirdikleri ittifaktan bahsediyoruz.

Tam da bu noktada Türkiye’de siyasetin toplu bir şekilde sağa kayışını ve kapitalist sistemin kendini tahkim mekanizmalarını da, emperyalizm işbirlikçiliğini de, koyu milliyetçiliğin ya da siyasal İslâm’ın da üremesinin de bu zeminde oluştuğunu tespit etmemiz gerekiyor.

İşte bu yüzden 15 Temmuz darbe girişiminde bu ülkenin görebileceği en Amerikancı iki İslâmcı hizip ülkeyi ateşe doğru götürürken, bunun sonucunda ortaya çıkan şey Yenikapı mutabakatı oldu. Yenikapı mutabakatının oluşmasını sağlayan en temel unsurlardan biri tek başına Cüppeli Ahmet Hoca ile Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın samimi pozları değildi. CHP’nin buraya kan taşımakta imtina etmediğini hepimiz hatırlıyor olmalıyız.

Bu kanı taşırken yine yazının başından beri ifade etmeye çalıştığımız emekçilerin bilincinde yarattıkları oynamalar ve sahte umut pazarlamacılığının da rolünün büyük olduğunu ifade etmek gerekir.

CHP önce Taksim’de “darbe karşıtı” bir miting düzenlemiş, buradan aldığı “enerji” ile Yenikapı mutabakatının parçası oluvermiştir. Bu mitinge destek vererek CHP’ye bir kere daha payanda olan sol hareketler ise artık gerçekle yüzleşmek durumundalar. Çünkü zaman bizleri haklı çıkarmaya devam ederken, onların yanlışlar hanesinin her geçen gün biraz daha kabarıyor.

Umutları kırılan emekçileri bugün sol hareketin kazanma zorunluluğu, sosyalizm mücadelesinin toplumsal alanda bu kesimler aracılığı ile mevzi kazanması gerektiği zaten bir ezber olarak karşımızda duruyor.

Buradan gelelim başkanlık meselesine. Sağ parametlerin ağırlık kazandığı siyasetin CHP’si bu sefer de başkanlık sistemine karşı çalışmasının merkezine “Türkiye’yi böldürtmeyeceğiz” mitinglerini oturtarak aslında sesleneceği zemini bir kere daha netleştirirken, sağın oyun alanında kendini var edeceğini de ifade etmiş oluyor.

MHP’nin AKP ile yaptığı ittifakın MHP içerisinde ne gibi taraflaşmalar ya da yarılmalar çıkartabileceğine dair akıl yürütmenin sola bir faydası bulunmuyor. CHP ise bu noktada MHP’nin tabanına oynayarak bir sonraki seçimler için seçmen tabanını genişletmeyi önüne koyduysa vay hallerine. Çünkü buradan bir şey çıkmaz.

Daha doğrusu emekçilerin bilincinde bozulma ve sahte umutlar çıkar. Başkanlığa karşı söylenebilecek onlarca şey varken Türkiye’deki milliyetçi kutuplaşmaya işaret eden bir siyasal söylem CHP’nin objektif pozisyonu da hesaba katıldığında sağa açılan bir penceredir.

Dolayısıyla Türkiye solunun görevleri birikmeye devam ederken ve bu görevlerin yerine getirilmesinin kaçınılmaz zorunluluğu da kendini dayatmaktadır.

Bu son ifade ettiklerimiz soyut bir ezberin tekrarı olarak görülmemelidir. Çünkü önümüzdeki tüm görevler çok somuttur ve bir o kadar da gerçektir.

Tam da bu noktada yazıyı biraz daha uzatma pahasına son günlerin iki önemli olayının yukarıda bahsettiklerimiz ile bağlantılarını ele alarak devamında yazıyı sonlandırmaya çalışalım.

Birincisi, geçtiğimiz hafta sonu Beşiktaş’ta yaşanan bombalı saldırı ile birlikte yaşanan katliam. Olayın tanımlamasının ve komplo teorilerine varan yanlarına dair çok fazla şey söyleniyor. Halk düşmanı bir terör eylemi olması ve aslında bir katliam karakteri taşıması birer gerçeklik olarak karşımızda dururken, eylemin arkasında hangi güçlerin olduğundan tutun, eylemi üstlenen TAK’ın kimin taşeronu olduğuna dair de yorumlar yapılıyor.

Bu noktada siyasal sonuçlarını değerlendirerek, eylemin sebeplerini ve neye hizmet ettiğini çözümlemek çok daha doğru olacaktı. Öncelikle AKP iktidarının gerek ekonomik kriz üzerinden, gerekse dış politika bağlamında yaşadığı sıkışmaları aşması için bu eylem bir can simidi özelliği taşımıştır. Özellikle 15 Temmuz’dan beri sarıldıkları bir diğer can simidi olan “milli mutabakat”ın zeminini güçlendirmek ve tabanını genişletmek için de bu eylem bir kere daha fırsat olarak kullanılmıştır. Fırsatın ikinci ayağı ise başkanlık tartışmaları açısında AKP’ye yeni bir zemin sunulması olmuştur.

AKP yandaşlarının çok hızlı bir şekilde eylemin aslında başkanlığa karşı yapıldığını propaganda etmeleri ise tesadüf değildir. Pratik olarak “seni başkan yaptırmayacağız” çizgisi ile toplumun belli kesimleri için umut olmuş bir siyasi hareket, bugün başkanlık sisteminin propagandası için büyük bir meşruiyet kaynağına dönüşmüştür.

Diğer taraftan Kürt siyasi hareketi bu eylemi neden yaptı sorusuna ise sade bir yanıt vermek mümkün görünmektedir. Ortadoğu’da pozisyon alan, Rusya ve ABD’nin pozisyonları üzerinden pragmatik bir yaklaşım geliştiren ve son tahlilde başta ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya olmak üzere emperyalist ülkelerin ittifaklar zinciri içerisinde bir yere oturmaya çalışan Kürt hareketinin kapısına devletleşme sorunsalı çok daha gerçek bir şekilde dayanmıştır.

Bu sorunsalın en önemli ayağı ise Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin emperyalizmle kurduğu tarihsel bağları bu çerçeve içerisinde devletleşme hamlesine taşıma arayışı ile PKK’nin Rojava’da Suriye iç savaşı esnasında ortaya çıkan boşluklara yerleşerek şekillendirdiği kanton modeli arasındaki uzlaşmaz çelişkidir.

Görebildiğimiz ve anlayabildiğimiz kadarıyla PKK bu çelişkiyi milli tonları ya da ulusalcılığı daha fazla yükselterek aşmayı deneyecektir. Çünkü kendi dışındaki bir öznenin milliyetçiliğin has temsilcisi olması kendileri açısından tasfiyeyi de beraberinde getirebilecektir.

Dolayısıyla en uç, en radikal, en fazla zarar verme potansiyeli olan, Kürt milliyetçiliğinin daha hızlı reaksiyon verebileceği bu eylem tercih edilmiştir. Çünkü tam da bunun karşısına tabanını çok hızlı bir şekilde konsolide eden ve zeminini genişletmeye çalışan Türk milliyetçiliği çıkacağı aşikardır. Gelinen yer Kürt ve Türk milliyetçiliklerinin yükselmesi ve karşı karşıya gelmesinden başka bir anlam taşımamaktadır.

Türkiye’de siyaset sağa kayıyor ve tüm özneleri de içine çekiyor demiştik. Sanıyoruz ki bu da örneklerden birisi oldu.

Ele almak istediğimiz ikinci başlık ise Suriye Devleti’nin Halep’i cihatçı örgütlerin elinden alması.

Son yılların en önemli gelişmesi olarak tanımlayabileceğimiz bu olay siyasal İslâm’a vurulmuş büyük bir darbe olarak görülmeli. Beş yıldan fazla süredir Suriye’yi parçalamak için canla başla çalışan cihatçı çetelerin yaşadığı yenilgi aynı zamanda emperyalizmin planları ve bu planların işbirlikçisi Türkiye’nin konumu açısından da değerlendirilmesi gereken yanlar barındırıyor.

Meselenin ayrıntılarına girmeden kısaca bir noktanın altını çizmek ve sol hareketin mücadelesinde bu noktayı canlı tutması gerektiğini vurgulamak istiyoruz.

O da İslâmcı siyasetin çıkışsızlığının gerçek bir olguya dönüşebilme potansiyeli. Yeni Dünya Düzeni’nden küreselleşme ideolojisine, Büyük Ortadoğu Projesi’nden Ilımlı İslâm arayışında kadar bir sürü evreden geçen emperyalist güçler, İslâmcı hareketleri yanına alarak örgütlerden, çetelerden, paralı cihatçı militanlardan, bunların uluslararası destekçisi ülkelerden ve sermayedarlardan bir çöplük yarattı. Bu çöplük Ortadoğu’da patladı, bütün pislikler emekçilerin üzerine sıçradı.

Tam da bu noktada AKP’nin her tarafından akan pislikler de güncel olarak da, tarihsel olarak da unutulmayacak bir şekilde tarih sayfalarına yazıldı.

Şimdi Suriye halkının direnişi iki tane temel sonucu ortaya çıkarmıştır. Birincisi iç savaşla ve cihatçı güçler aracılığı ile yıkılmaya çalışılan bir iktidar meşruiyetini tekrar kazanmıştır. İkincisi ise IŞİD’in gerçek anlamıyla emperyalizmin en önemli silahlarından birisi olduğu görünür hale gelmeye başlamaktadır.

Bu yüzden örneğin Türkiye solu başta olmak üzere herkes yukarıda bahsettiğimiz bu iki sonucu turnusol kağıdı olarak görmeli ve ona göre pozisyon almalıdır.

Suriye’deki iktidarı diktatör diye tanımlayarak “muhalif” olarak pazarlanan cihatçıların yanında yer alan solcuların emperyalizmin yanına düştüklerini artık kabul etmeleri gerekmektedir.

Ortadoğu’da anti-Amerikancı dalga geri çekildi, o yüzden anti-emperyalist mücadeleyi geri çekelim önemli olan seküler güçleri desteklemektir tezini ortaya atanlar büyük hata yaptıklarının farkına varmalılar.

Tüm bu gelişmelere sadece Kürt ulusalcılığının kazanımları çerçevesinde bakan sol çevreler kiminiz emperyalizmin yanına düştü, kiminiz artık daha güçlü bir milliyetçilik ile uğraşmak zorunda olduğunuzu biliyor olmalısınız.

Şimdi Halep’in alınmasından sonra Suriye’nin bütününe yayılması muhtemel olan süreç İslâmcılığı boşa düşürebileceği gibi, bölgede yeni durumlar çıkmasına da sebebiyet verebilecektir.

O yüzden yazının başından beri vurgulamaya çalıştığımız başlıkları bir örneklendirme ile toparlamaya ve yazıyı bitirmeye çalışalım.

Ülkemiz çok ilginç bir yer olduğu için kadim marksist geçinenleri ve aydınları da bir o kadar ilginç. Türkiye solunun önünde onlarca mücadele ve örgütlenme başlığı varken siyaseti kavram setlerine ya da pratik bazı indirgemelere endeksleyen yaklaşım geçerliliğini ne yazık ki hâlâ koruyor.

Ve dolayısıyla bunlar bize inandığımız değerlerin ve düşüncemizin sabit kalabileceğini, yani kafamızın her daim yerinde duracağını ancak güncel gerekçelerle elimizin bir gün başka bir partiye oy verebileceğini ya da ayaklarımızın bir gün bizi başka bir partinin eylemine götürebileceğine ikna etmeye çalışıyorlar.

Oysa ki bizim öğrendiğimiz şeye göre, kafamız ve aklımız hedefimize yani sosyalizme inanmak ve yönelmek için en temel araçtır. Ayaklarımız hedefe doğru bizi koşturur, vicdanımız ve kalbimiz yeri geldiğinde bizi kanatlandırır.

Ellerimiz ise sosyalizm mücadelesine emek vermek ve yeri geldiğinde sosyalizm adına dövüşmek için vardır.

O yüzden bugün taşları yerine oturtmak kaçınılmaz bir görev haline gelmiştir.