Iraz Yöntem yazdı: Duygularımız öksüz ve yetim…

Iraz Yöntem, son günlerde yaşadğımız gelişmelere dair düşüncelerini yazdı...

Iraz Yöntem yazdı:  Duygularımız öksüz ve yetim…

Merhaba, ben Iraz. 33 yaşındayım. Türkiye’de doğdum. Bazılarının aksine biraz şanslıydım ve Ankara’da dünyaya geldim. Ailemin çok istediği bir kız çocuğu olarak gözlerimi açtım. Ama nasıl bir ülkeye doğduğumdan tabi ki haberim yoktu ve ne yazık ki seçme şansım da yoktu; tıpkı diğer tüm bebekler gibi…

1980 darbesinden 2,5 yıl sonra doğdum. Memur bir ailenin çocuğuydum. Ben tek çocuktum ama annemler de 5 kardeşti, babamlar da. Aslında anlayacağınız üzere çok kalabalık bir ailenin prensesi olmuştum…

3 yaşında yuvaya gitmeye başladım. 4 yaşında kendi kendime okuma-yazma öğrendim. Hatta aileme kanıtlamak için o günün “Cumhuriyet” gazetesini okuduğumda düşüp bayılacaklardı neredeyse. Artık kimse beni durduramazdı; çünkü en yakın arkadaşlarım kitaplar olmuştu. 3 yıl süren yuva eğitimim boyunca hiç öğlen uykusu uyumadım, hep direndim. Çünkü uyku zaman kaybıydı benim için, çünkü keşfedilecek çok şey vardı; çünkü sorulacak çok soru, alınacak çok cevap vardı…

6 yaşında ilkokula başladım. Beyaz yakalı siyah önlüklerden giydim birinci sınıftayken. Yaramaz bir çocuk değildim ama okuma-yazma biliyor olmam şimdiden başımı belaya sokmuştu. Çünkü sınıf arkadaşlarım bu öğrenme sürecinde çaba harcarken, ben sıkıntıdan ne yapacağımı şaşırıyordum. İlkokuldaki ilk 3 yılım sürekli sınıftan atılmamla geçti. Halbuki benim sınıf atlamamı, hatta 3. sınıftan başlamamı istemiş bizimkiler; ama sağduyulu öğretmenlerim ne olursa olsun yaşıtlarımla büyümem gerektiğini söylemişler. Ne de iyi etmişler…

Bir gün, 23 Nisan kutlamaları için okulumuzun verdiği bir otel partisindeyken öğretmenlerimin kendi aralarındaki konuşmalarına kulak misafiri oldum: “Özal ölmüş!” 80 darbesi sonrası liberal muhafazakarlığın lideri olduğunu henüz bilmiyordum ama dönemin cumhurbaşkanı olduğunu biliyordum. Hatta ertesi gün “Cumhuriyet” gazetesi ambleminin kırmızısını siyaha çevirdiğinde çok kızmıştım! Bizimkiler “Yas var, çünkü o cumhurbaşkanıydı.” dediyse de ben o kırmızının kararmasını doğru bulamadım.

Günlerden bir gün de babamla yeşil tosbağamızın içinde Ankara sokaklarında giderken bir sokakta durduk. Durmak zorunda kaldık. Polisler ellerinde çalı süpürgeleriyle yerleri temizlemeye çalışıyorlardı. Polis neden yerleri çalı süpürgesiyle süpürür ki? Polis temizlikçi mi? O süpürgenin bir insanı süpürdüğünü öğrendiğimde henüz 10 yaşındaydım! Uğur Mumcu… Evde onun kitaplarıyla büyüyordum, onun makalelerini okuyordum yüksek sesle, çünkü ben okuma-yazma biliyordum! Keşke gözlerim (kör olsaydı da diyemiyorum ama)…

Demirel’in cumhurbaşkanlığı, Çiller’in başbakanlığı… Ekonomik krizler de gördük çocuk yaşımızda, hep beraber… Sonra ‘irtica’ kelimesi girdi hayatlarımıza. Sonra Sezer cumhurbaşkanı oldu. Sonra 28 Şubat oldu. Ben daha 15 yaşındayken Cumhurbaşkanı Sezer’e bir mektup yazdım, hala durur defterlerimin arasında… Laiklik hepimiz için vazgeçilmezdi ve tehlikedeydi. Yine

“Cumhuriyet” gazetesi bir kampanya başlattı ‘Tehlikenin farkında mısınız?’ diye. Kimileri çok abartılı buldu söylenenleri ve yaşananları, kimileri gerçekten farkındaydı ama bir şeyler değişmek üzereydi; biliyorduk…

Lisedeydim, Ahmet Taner Kışlalı katledildiğinde. Onun kitaplarını da çoktan okumaya başlamıştım ve ölümü beni derinden sarsmıştı. Ulus’tan Kocatepe’ye akın akın insan seliydik cenazesinde. Bir ara kendime geldiğimde yolun ortasında hıçkıra hıçkıra ağladığımın farkına vardım. Yanımdan geçenler “Öğrencisiydi galiba” diyordu. Evet öğrencisiydim, öğretilerinin öğrencisiydim. Üniversite hayatım boyunca da öğrencisi olmaya devam ettim…

Sonra İzmir yılları başladı benim için. 17 yaşındayken ilk kez yalnız kalmaya, başka bir şehirde yaşamaya başladım. Yine sınıfın en küçüğü bendim. Türkiye’nin bambaşka illerinden birçok arkadaş edindim. Hepimiz hem birbirimizden çok farklıydık, hem de sanki birbirimizin tıpatıp aynı…

2. sınıfa başlarken dünya sanki yerinden oynadı. İkiz kulelere çakılan uçakları canlı yayında izledik. Milenyum olanca dehşetiyle kapımızı çalmıştı. Biz uluslararası ilişkiler öğrencileri için dünya artık analiz edilmesi gereken bir satranç tahtasına dönüşmüştü. Ardından Irak müdahalesi… Birinci Irak müdahalesi çocukluğuma denk gelmişti, bende bırakmış olabileceği izleri bilmem mümkün değildi. Ama ikincisi bizatihi içinden geçtiğimiz bir süreçteydi ve ‘bilinç’ aslında korkak ediyordu hepimizi. Duyduklarımızla gördüklerimiz birleşip hayalgücümüzü sınırsız hale getiriyordu. Meğer o zamanlar bile hiç de yaratıcı değilmişiz; şimdi dönüp bakıyorum da…

Sonra geldi çattı seçim zamanı… ‘Genç Parti’ diye bir parti hortladı ve neredeyse %10 barajını geçiyordu. Onun yerine, yıllar sonra, tek parti iktidarı koltuğa oturdu. İdeolojisi belli olan ama nedense ‘light’ bir paket halinde sunulan bu yeni parti, bugünlere kadar gelen 14 yıllık iktidarında bizi her geçen gün “hayrete” düşürmeyi başaran, kendi çapında ‘başarılı bir proje’ oldu!

Zaten o gün bugündür olanlar aşikar. O da başka bir yazının konusu olsun. Ama son 2 gündür yaşadıklarımıza bakınca ne hissetmem gerektiğini bile bilmez hale geldim. İnsanın insana bu denli kırdırıldığı bir dünyanın gerçeküstü bir hal almasıyla kelimelerimiz kifayetsiz kalıyor, duygularımız da öksüz ve yetim…

Okur-yazar olmanın bu denli acı vereceğini hiç düşünmezdim. Ama en büyük acıyı “insan olabilme mücadelesi” veriyor galiba.

Bildiğim bir şey var, benim içim artık paramparça ve yangın yeri. Bu yangını günün birinde söndürebilmeyi umut ediyorum hala, ama artık kendimi yeterince güçlü hissedemiyorum.

Kayıpların ardından yasın belli evreleri vardır. Ben hayatımın yasının hangi aşamasındayım, onu henüz bilmiyorum…

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan sonra dün bir imam, cenaze namazında verdiği vaazda “Sen bizi okumuşların şerrinden koru” diye dua etti(!)

Bir yanda kalem, bir yanda kılıç; bu galiba hiç değişmeyecek. Elbette kalem kılıçtan üstündür ama asla cana kıyıp katliam yapmak için kullanılan bir silah değildir. O kılıçlar kalemlerimizi düşüremeyecek hiçbir zaman, bu da böyle biline!…