İnadımızın yönetmeni Ken Loach’a saygı...

Cengiz Kılçer, Ken Loach'ı yazdı.

Karl Marks’ın anıtsal çalışması Das Kapital’in “Göreli Artık Değerin Üretimi” bölümünün bir yerinde “17. yüzyıl boyunca hemen hemen bütün Avrupa’da kurdele ve şerit dokumakta kullanılan bir makine olan kurdele tezgâhına (buna Almanya’da Bandmühle, Schnurmühle veya Mühlenstuhl isimleri verilir) karşı, işçi ayaklanmaları olmuştur. ” diye yazar.

Ve bu paragrafın altına bir dipnot düşer:“Danzig’de 4-6 parça kumaşı aynı anda dokuyan pek marifetli bir makine görmüştü; ne var ki, belediye başkanı bu icat yüzünden bir sürü işçinin işsiz kalabileceğinden endişelendiği için, icadın uygulanmasına engel olmuş ve mucidini gizlice elle ya da suda boğdurmuştur.”

Ken Loach’un Kapital’i okuyup okumadığı bilemeyiz önemi de yok. Ama bu dip nottaki küçük bir olaymış gibi görünen meseleyi sanki Ken Loach’un bir filmi olarak tahayyül etmek çok mümkün. Elbette filmin ana karakteri  “Danzig’li Anton Müller” olacaktır.

Cannes jurisi, bu yıl en büyük ödül olan “Altın Palmiye”yi İngiliz çalışma yaşamının “bireyi ve insani değerleri nasıl yok ettiğini” anlatan “Ben, Daniel Blake” adlı filmiyle, işçi sınıfının yönetmeni Ken Loach’averdi. İkinci kez Altın Palmiye ödülünü kazanan Ken Loach, ödül gecesindeki konuşmasında, Fransız emekçilerinin mücadelesine ve iki aydır süren “Gece Ayakta” eylemine destek vermeyi de ihmal etmedi.

Loach, ödül töreninde “Dünyanın beşinci en zengin ülkesinde yemek arayan insanlar var. Yaşadığımız dünya artık çok tehlikeli bir yere dönüştü. Neoliberalizm denilen sistem bizi yıkımın eşiğine getirdi, aşırı sağ ümitsizliğimizden ayrıca avantaj sağlıyor” derken “Umut etmeyi sürdürmeliyiz. Başka bir dünya mümkün ve şart!” sözleriyle mücadeleye devam mesajını da vermeyi ihmal etmedi.

Öncelikle kabul etmek gerekir “bu ödül Ken Loach’un şahsında işçilere, işsizlere, yoksullara, emeklilere hâsılı tüm işçi sınıfına gitmiştir” demek mümkündür.

De te fabulanarratur “Anlatılan senin hikâyendir”

Tüm otoriteler kabul ediyor ve ilgili ilgisiz herkesin malumudur, Ken Loach istisnasız tüm filmlerinde emekçileri ve onların hikâyesini anlatır, çeker, gösterir.

Şunu da tespit etmek yerinde olacaktır, bu filmlerde, çalışan ve işsiz emekçiler birbirinden bağımsız iki ayrı kategori olarak ele alınmaz. Loach, bize “modern sanayinin bütün hareket biçimi, işçi nüfusun bir kısmının sürekli olarak işsiz ya da yarı işsiz insanlara dönüştürülmesine dayanır.” der gibidir.

Ken Loach,  1998 yılında Cannes’da gösterilen “My Name is Joe” adlı filminin gösteriminin ardındanBlair’in başbakanlığındaki İşçi Partisi hükümetini eleştirmiş “Blair hükümetinin bir önceki hükümetten farkı yok. Sadece yüzler farklı. Artık solda büyük bir boşluk var. Kimse işsizler lehine konuşmuyor. Yine de neler olacağını görmek ilginç olacak” demiştir.

İşçi sınıfının yönetmeninin bu açıklamasının üzerinde yıllar geçti.Henüz bundan on gün önce Büyük Britanya İşçi Sendikaları Konfederasyonu (UTC), Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılmanın yüksek istihdam kaybına yol açacağı uyarısında bulundu. Sendikalar birliğinin Avrupa sorumlusu Owen Tudor, yaptığı açıklamada AB üyeliği oylamasının sonucuna göre 4 milyon kişinin işsiz kalabileceğini söyledi.

İngiltere’de Ulusal İstatistik Kurumu ONS tarafından açıklanan işsizlik verilerine göre 2015 yılının son çeyreğinde İngiltere’deki işsiz sayısı 1,69 milyona ulaşmış durumda. İşsizlik oranı ise %5,1 civarında.İngiltere’de 16-64 yaş arası nüfusun %74,1’ine karşılık gelen 34,1 milyon kişi çalışmakta iken, nüfusun %21,8’ine denk gelen 8,88 milyon kişi ise işgücüne dâhil değil. İşgücü haricindeki kişilerin 16-64 yaş arası nüfusa oranı, 1990 yılının Temmuz-Eylül ayları için gözlemlenen en düşük oran olan %21,7’e çok yakın düzeyde seyrediyor. Kadınların işgücüne katılımı %72,8 ile tarihteki en yüksek seviyesine çıkmış durumda.

İngiltere Başbakanı ha David Cameron olmuş, ha Margaret Thatcher, ha Tony Blair… İngiltere’de işçi sınıfı için değişen bir şey yok.

Ken Loach ise ilk akla gelenlerden, gerek “Benim adım Joe”, gerek “Hayata Çalım At”, gerek “İşte Özgür Dünya”, gerekse de “Afili Delikanlı” gibi, burada sayamayacağımız kadar çok filmindebir yandan bunu anlatırken, bir yandan da umudu var etmeye ve büyütmeye devam ediyor.

İrlanda meselesini sınıfsal bir yaklaşımla ele aldığı ve 2007’de yine kendisine Altın Palmiye Ödülünü getiren “Özgürlük Rüzgârı” ise, çokça dillendirilen barış kavramı karşısında “nasıl ve kimin barışı?” sorusunu sormamızı sağlayarak, bir kez daha hatırlanmayı ve bugünlerde yeniden izlenmeyi hak ediyor.

Bizler de hayata ve egemenlere çalım atmaktan vazgeçmeyen, işçi sınıfının inatçı yönetmeni karşısında saygıyla eğiliyoruz.