Halk danslarında barışın diline bir örnek; “Barış İçin Yollarda”, ve halk danslarının ekonomi-politiği üzerine sesli düşünceler…

İlke Kızmaz Halk Dansları'nın geldiği duruma dair sesli düşüncelerini yazmaya devam ediyor.

Halk danslarında barışın diline bir örnek; “Barış İçin Yollarda”, ve halk danslarının ekonomi-politiği üzerine sesli düşünceler…

İlke Kızmaz

Halk danslarının gericiliğin saldırıları (bkz. önce şu Malatya’daki yobaz[1], ardından Kastamonu’nun AKP’li belediye başkanı[2]) ile sıkça gündem olmaya başladığı bu karanlık günlerde, tam da önceki yazıda[3] söylemeye çalıştığım gibi, geleneği yeniden inşa eden, geleneksel dansları çağdaş formlar ile yorumlamada uzun yıllardır kendi geleneğini yaratan Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nün (BÜFK) son gösterisinden bahsedeceğim size -ki biraz aydınlık hepimize iyi gelir.

BÜFK’ün yıllardır gelenekselleştirdiği dans-müzik gösterileri bu yıl “Barış İçin Yollarda” ismiyle seyircisiyle buluşmaya başladı. Barış İçin Yollarda, kendi cümleleriyle “bombaların hayatlarımıza düştüğü, öğrenci ve akademisyenlerin kampüslerde değil cezaevlerinde tutulduğu bugünlerde ortaya çıktı”.

Nisan ayı programlarının son gösterisini 30 Nisan’da izleme şansı buldum. Bu proje ile BÜFK, Ege’nin, Mezopotamya’nın, Kafkasya’nın, Anadolu halklarının geleneksel ezgi ve danslarını kendilerine özgü modern bir üslupla yorumlayarak oluşturduğu bir saatlik gösterisinde müziğin ve dansın diliyle savaşa karşı bir çığlık atmış.

Müzisyenlerin birer, ikişer çıkıp birbirlerinin peşi sıra yerleşmeleri ve her çıkanın kendinden öncekinin başladığı müziğe eklenmesi ile açılıyor sahne. Ve elinde bavuluyla, geleneksel göndermeleri olan lirik bir dans, hatta daha çok tiyatral bir anlatımla – ben diyeyim savaştan kaçan bir mülteci, siz deyin barış için yollara düşmüş bir seyyah, belki bir sürgün, veya göçe zorlanmış tüm halklar, hepsi birden –  bir kadın dansçı başlatıyor barış yolculuğunu. Arapça, Kürtçe ezgiler iç içe geçiyor. Sonra bir anda Ege’nin karşı kıyısında açıyoruz gözümüzü. Rum çiftetellisinin ardından baharı andıran elbisesi, elinde kırmızı mendiliyle bir kadın Kocaarap Zeybeği’ne başlıyor. Sonra Kütahya’ya varıp kendimizi “gülün dibinde” buluyoruz. Akordeonda başlayan ezgi az sonra başlayacak Kafkas dansını haber veriyor bize. Kafkas solosunun ardından bir Süryani ilahisi ve onun ardından da 9/8’lik kıpır kıpır bir Kürt şarkısı başlıyor. Ve sonra Mezopotamya’nın tüm coşkusuyla halaylar… Önce meşhur Kürt halayı Papûrê, hemen peşine Ermeni halayı Gorani… Kızlı erkekli doluşuyor sanheye dansçılar. Seyirci de halaylarla coşuyor. Sonra Lübnan’ın, Ortadoğu’nun, Arap dünyasının büyük asi sesi Fairouz’dan bildiğimiz, Rahbani kardeşlerin o meşhur şarkısı Nassam Alayna El Hawa’yı seslendiriyor orkestra. Ve finalde seyircilerin arasına inen dansçılar ile birlikte acapella olarak Zahit Bizi Tan Eyleme’yi söylemeye başlıyoruz hep bir ağızdan;

“Sayılmayız parmak ile hay hay

Tükenmeyiz kırmak ile, hey canım

Hey canım, tükenmeyiz kırmak ile

Eyvallah, hey hey dost”

Bu esnada sahnenin en yüksek noktasından, boynunda asılı elektro gitarı ile Kürtçe bir şiir okumaya başlıyor müzisyenlerden biri. Okuduğu dizelerin Cemal Süreya’ya ait olduğunu Türkçe’ye geçince anlıyorum. Anlayınca da Cemal Süreya’yı Kürtçe dinlemiş olmak bir hoş hissettiriyor, ‘Cemal Süreya Kürtçe de güzel tınlıyormuş hani’ diyorum. Sonra tokat gibi çarpıyor final;

“Son kötü günleri yaşıyoruz belki

İlk güzel günleri de yaşarız belki

Kekre bir şey var bu havada

Geçmişle gelecek arasında

Acıyla sevinç arasında

Öfkeyle bağış arasında

Bir kırıldık daha da kırılırız

Doğudan batıya bütün dünyada

BÜFK’ün gösteri tarzını bilenler ve takipçileri için beklentiyi karşılayan bir performanstı. Bu anlamda şaşırtıcı bir şey yoktu. Kardeş Türküler-BGST’den (Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu) alışık olduğumuz kademeli orkestra yerleşimi, beyazlar içinde müzisyenler, doğu ve batı enstrümanlarının birlikteliği, perküsyon ağırlıklı sade, mütevazı düzenlemeler, özenli çalgılama, yumuşak geçişler…

Elinde bavuluyla ara ara sahnede görünen kadın dansçı bize barış için yollarda olduğumuzu hatırlatır gibiydi. Halkların kardeşliği ve barış temalarının yanısıra, Boğaziçi ekolünün hem teoride hem de pratikte-sahnede yıllardır hassasiyetle altını çizdiği toplumsal cinsiyet meselesi; gelenekte erkek dansçıların icra ettikleri dansların sahnede kadınlar ile temsili, kadınların özgürce dans eden saçları, halay başını çeken kadınlar, savaş danslarını yapan kadınlar, etekleri ile zeybek oynayan kadınlar, kısacası kadını merkeze alan bir geleneksel dans yorumuher zaman olduğu gibibu projenin de başat karakterini oluşturuyordu.

Performansa dans tekniği açısından baktığımızda açıkçası profesyonel anlamda üst düzey bir yetkinlikten söz edebilmemiz pek mümkün değil. Ama yoğun emek verildiği, iyi prova edildiği çok açık. Bu tür kolajı andıran çalışmalarda sıklıkla rastlandığı üzere kimi bölümler eklektik görünse de genel olarak bütünlüklü bir çerçevesi, yer yer kesintiye uğradığı hissedilse de baştan sona sürüp giden bir hikayesi, güçlü bir fikri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tüm bunları söylerken ise en önemli noktanın altını çizmemiz gerekir; o da -adı üstünde- BÜFK’ün sadece bir öğrenci kulübü olduğu. Hem de Türkiye’nin en prestijli üniversitelerinden Boğaziçi Üniversitesi’nde, ülkenin en yüksek puanlı bölümlerinde okuyan, dansla profesyonel bir ilişkisi olmayan, tamamen amatör ruhla, kolektif bir çalışma tarzı ve muazzam bir disiplin ile çalışan öğrencilerden oluşan bir kulüp. 1960’lı yıllardan bu yana halk kültürü alanında araştırmalar, derlemeler, kuramsal ve sanatsal çalışmalar yaparak geleneksel sanatlara politik ve sosyolojik yaklaşımlarıyla adeta kendi ekolünü yaratan bir öğrenci kulübünden bahsediyoruz. Bu önemli nokta göz önüne alındığında yukarıda bahsini ettiğim tüm ‘teknik’ eleştiriler tolerans sınırları içinde kalıyor ve ortaya konulan emek ve politik anlam daha değerli hale geliyor. Salondan ayrılırken içimizi bir aydınlık kaplıyor.

…..

Salondan ayrılırken aklıma ister istemez bir gün önce (29 Nisan) Dünya Dans Günü’nde izlediğim, benim de mensubu olduğum İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Türk Halk Oyunları Bölümü’nün düzenlediği “Dans Daima” adlı dans günü gösterisi geldi. Yarısını kurum dışından davetli modern ve geleneksel dans topluluklarının oluşturduğu bu müsamere tadındaki gecenin -ironik şekilde- en başarılı ekibi yine bir öğrenci kulübü olan İTÜ Dans Kulübü’ydü.  İşin ironik kısmı, bir devlet konservatuarı bünyesinde profesyonel dans eğitimi veren akademinin düzenlediği bir etkinlikte en derli toplu görünen ekibin tamamı mühendislik öğrencilerinden oluşan ve -tıpkı BÜFK gibi- dans ile profesyonel ilişkisi olmayan öğrencilerin kolektif çabayla oluşturdukları bir topluluk olmasıydı. “Game of Thrones” dizisinden esinlenerek oluşturdukları modern dans koreografisi, dansçıların postürlerinden kostümlerine, dekorundan müziklerine, halk dansları bölümünün profesyonel hocalarının profesyonel dansçı öğrencileri ile sahneye koyduğu gösterilerden çok daha detaylı düşünülmüş, çalışılmış görünüyordu.

Bunu neden söylüyorum? Veya bu karşılaştırmanın amacı nedir?

Şöyle izah edeyim; görülüyor ki –BÜFK örneğinde olduğu gibi- amatör ruh, kolektif emek, özgür fikir ortamı ve disiplinli çalışma ile yaratılan kültürel/sanatsal üretimler, bu saydıklarımdan yoksun olan profesyonel kurumların/ kişilerin üretimlerinden daha güçlü, daha başarılı ve en önemlisi daha samimi oluyorlar. Böyle olmasında tek başına halk dansları bölümü öğrencilerinin bir kabahati yok. Ne demek istediğimi birazdan açacağım.

Buradan sonra, konuya dışarıdan bakan okuru sıkmak pahasına biraz daha halk dansları camiasına içkin birşeyler söylemekten kendimi alamayacağım.

Dans eğitimi, bireyin çok küçük yaşlarına kadar uzanması gereken uzun ve zorlu bir süreçtir. Ülkemizde batılı anlamda dans eğitiminin akademiyle buluşması cumhuriyetin ilk yıllarına tekabül eder. Geleneksel dansların akademiye kavuşması ise çok daha geç şekilde, -1950 sonrası Demokrat Parti ile iktidara yerleşen ve 1980 askeri darbesiyle devam eden milliyetçi-muhafazakâr yükseliş sürecinin dinamiklerine yaslanarak kurulduğunu söyleyebileceğimiz Türk musikisi konservatuarlarının bünyesinde- 1980’li yıllarda mümkün olur. Ve geleneksel danslarda akademik eğitim maalesef bale eğitimindeki gibi ilköğretim seviyesinden itibaren yapılandırılmamış, üniversite çağına gelmiş öğrenciler eğitilmeye çalışılmaktadır. Hal böyleyken, zaten teknik anlamda geleneksel dansların eğitiminin ve istihdamının yapılanmasında ciddi problemler varken, keşke tüm mesele bu “teknik” problemlerden ibaret olsaydı diye iç geçirmek durumundayız.

Ama asıl meseleyi konuşmak için kirli piyasa ve rant ilişkilerinin hüküm sürdüğü koca bir halk dansları camiasının bu hale gelmesindeki dinamikleri doğru analiz edebilmemiz gerekiyor. Bu yazı bu analizleri derinlemesine yapabileceğimiz bir zemin içermiyor. Ama burada özetle; 1950’lerde görece “masum” amaçlarla Yapı Kredi Bankası’nın başlattığı ‘halk oyunları bayramları’ndan 1970’lerde Milliyet Gazetesi’nin liselerarası halk dansları yarışmalarına, ve1980’lerde devletin ve sonrasında farklı özel kuruluşların da el atmasıyla bir çılgınlık haline dönüşen yarışma ve rekabet kültürünün bahsettiğim piyasa ve rant ilişkilerinin temelini oluşturduğunu söylemekle yetinebiliriz.

Tekrar İTÜ gecesine dönersek, burada kabahatli olanın tek başına halk dansları öğrencileri olmadığını belirtmiştim. Olay sadece İTÜ ile ilgili de değil. Biraz uzun olacak belki ama sözümü tutayım, açayım;

Yukarıda “yarışma ve rekabet kültürü” diye tanımladığım olgunun -tüm üretim ilişkilerinde olduğu gibi- elbette Türkiye kapitalizminin gelişme dinamikleri ile doğrudan ilişkili olduğunu başa yazmak durumundayız. Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin omurgasını oluşturan ulus-devlet yapılanmasının yaslandığı milliyetçi-tek kültürcü damar bir yana (bu başlı başına ayrı bir yazının konusu), yukarıda 50’lerden 80’lere uzanan milliyetçi-muhafazakâr yükseliş diye tarif ettiğim süreci başka bir deyişle modern cumhuriyet ilkelerinin geri bastırıldığı bir karşıdevrim süreci olarak okumak ve yaşadığımız AKP iktidarı dönemiyle karşıdevrimin tamamlanma aşamasına geldiğini saptamak durumundayız. Türkiye kapitalizmi, piyasacılığı sadece ekonomik olarak değil kültürel olarak da toplumun dokusuna işlerken, özellikle 1980 sonrası neoliberal politikalarla çığrından çıkan bir toplumsal çürümeye doğru hızla yol alındı. Milliyetçi-muhafazakâr hattın dinci-gerici bir karşıdevrim sürecine evrildiği bu 60 yıllık süreç toplumsal yaşamın her alanında muazzam bir çürüme yarattı. İslamcı-milliyetçi kapitalizm Türkiye’sinde rantçılık, üçkâğıtçılık, dolandırıcılık, köşe dönmecilik, hırsızlık sıradanlaştı. Bu toplumsal çürüme yaşamın her alanında olduğu gibi genelde geleneksel kültür ve özelde halk dansları camiasını da yarışma ve rekabetten oluşan koca bir rant alanına çevirdi. Tıpkı endüstriyel futbolun bir spor oyunu olmaktan çıktığı gibi – futbol ile kıyaslanamayacak ölçekte de olsa- halk dansları da endüstrileşerek halk kültürünün geleneksel bir parçası olmaktan çıktı.

Halk danslarının bu kirli piyasasından yetişen dernekçilerin halk dansları üniversitelerine yerleşmesiyle akademi de sakat doğmuş oldu. Lafın kısası, halk danslarının piyasası da akademisi de toplumsal çürüme diye kodladığımız olgudan fazlasıyla nasibini aldı.

Hal böyle olunca; dönemin şartlarında kime yanaşacağını bilerek üniversite bile bitirmeden hasbelkader akademide yer edinen ‘her devrin adamları’nın,

12 Eylül Türkiyesi’nin bir gecede dağıttığı makam ve unvanlardan nasiplenenlerin,

Uluslararası kriterlere baktığımızda olması gerekenin çok gerisinde olan halk dansları akademimizden ‘burası fazla akademik oldu’ diye yakınan (ne demekse!?) dernekçi zihniyetli çakma akademisyenlerin,

Koca koca unvanları olup da sanat ile bilim ilişkisini dahi idrak edemeyen, akademik etikten bihaber cahil ‘hoca’ların,

Kendi icat ettiklerini/yarattıklarını ve yıllardır tekrar ettiklerini ‘gelenek’ diye yutturan, ‘otantikçi’ diye ortalarda gezinip ‘turistik folklor’ muhafazakarlığı yapan ‘üstad’ların,

Bilmem kaç yıllık usta olduğunu söylerken ‘kendinden daha iyisinin çıkmadığı’ iddiası ile övünen, egosu arşa değen ‘usta’ların (usta yetiştiremeyen usta nasıl oluyorsa!?),

Halk kültürünün yılmaz bekçisi edasıyla poz kesen ama halk danslarını yarışma ve rekabetten ibaret gören, estetik algıları geometrik yarışma çizgileri/düzenlemeleriyle, “fikslemelerle”, robotik senkronizasyonlarla sınırlı kültür tüccarlarının,

Çağdaşlık, özgürlük, yaratıcılık mevzubahis olunca mangalda kül bırakmazken öğrencinin fikrinden, zikrinden, üretiminden korkan, atılan her ileri adımın koltuğuna/makamına mal olacağı korkusuyla genç üretimin önünü tıkayanların camiasında, birçoğu hocalarının piyasadakiilişkileri ile kafakola alınmış bu gencecik öğrenciler ne yapsın?

İşte tam da bu bağlamda, BÜFK ve İTÜ Dans Kulübü gibi birbirinden biçim ve içerik açısından çok farklı iki üretim örneğinin ortak paydasının bütün bu saydığım tipte ‘hoca’lardan, hırs ve egolardan, rant ve rekabetten uzak kolektif emek ve özgür irade ile bir araya gelmiş öğrenci toplulukları olmasının bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Bu samimiyetle üretilmiş her değer bulunduğu her ortamda dikkat çekiyor. Bir profesyonel dans okulunun gecesinde bile olsa…

O akşam BÜFK’ün gecesinden çıkarken bunları düşünmekten kendimi alamadım. Sonra sesli düşündüklerimi yazmak istedim. Karanlık bir tablo çizdiğimin farkındayım.

Ama neyse ki, ‘büyüklere/ustalara saygı’ kisvesi altında sunulan biat kültürünü yutmayacak,

Piyasaya itaat etmeyecek,

Halk dansları deyince aklına para ve makamdan başka bir şey gelmeyen, yazlığını-kışlığını, arabasını-jipini bu işten yapıp, ortamlarda ‘biz halk kültürüne başımızı koyduk’ diye geçinen kültürsevicilerine kanmayacak,

Eleştirmekten, eleştirilmekten korkmayan, açık fikirli, ilerici, cesur, ideallerinin peşinden koşan öğrencilerimiz ve halk danslarına bilimsel ve sanatsal anlamda devrimci yaklaşımlar geliştirmeye aday genç akademisyenlerimiz de var.

Bu karanlığı birlikte dağıtacağız.

Akademilerde de, halk dansları camiasında da sık sık -aslında biat kültürü anlamına geldiğini bildiğimiz- bir ‘gelenek’ten bahsedilir durulur. Buna uymayan saygısızdır, iş bilmezdir, toydur, haindir, vs…

Hep diyorum; sizin geleneğiniz buysa bunu yıkıp, yenisini yaratacağız! Bizim geleneğimiz kolektif emektir, özgür düşüncedir, toplumsal dinamizmle devinen yaşayan halk danslarıdır. Halk danslarını yaşayan kültürümüzün bir parçası olarak yeniden üretmek, ranttan ve bu kirli piyasa ilişkilerinden arındırmak tüm ilerici halk dansları emekçilerinin boynunun borcudur.

Not: Yazı için kullanılan fotoğraf Burcu Yeşilbaş’a aittir.