İkinci Cumhuriyet nereye?

Kurtuluş Kılçer, İkinci Cumhuriyet'in ipuçlarına dair değerlendirmede bulundu.

14 yıllık AKP iktidarını tanımlamak konusunda özel bir tartışma bulunmuyor. Tartışma bu iktidarın nasıl bir yönelime gireceği ya da AKP eliyle kurulan bu rejimin hangi yöne evrileceği üzerine çıkmaktadır. Doğaldır ki, bu tartışmanın bir “spekülatif” yanı bulunmaktadır ve ortaya konan tezlerin birer öngörü olması hasebiyle her zaman bir yanılma payını barındırdığını peşinen kabul etmemiz gerekir. İşin bu boyutunu bir kenara koyarak süreç okumalarını değerlendirmek en doğrusu olacaktır.

Ancak ne yazık ki “Türkiye nereye gidiyor” sorusunu bilimsel ve gerçek bir tartışma zeminine oturtmak yerine sosyalistlerin kendi arasındaki yaptıkları tartışma ciddiyete yakışmayan bir boyut taşıyor. Yapılan öngörüleri tartışmak ve derinleştirmek yerine “kim yanıldı, kim yanılmadı” üzerinden puan veriliyor, herkes kendi yazdığı satır aralarını öne çıkartarak “biz geleceği gördük” yaklaşımı üzerinden bir “öncülük” ispatına girişiyor. Öncülüğün sınıfı ileriye çekmek üzerine kurulu bir tanımlama olduğunu hatırlatarak, bu absürt ve apolitik yaklaşımları elimizin tersiyle itmek zorundayız. Kaldı ki, emekçi kitlelere geri talep ve hedeflerle ulaşmaya çalışanların, “bakın biz yanılmadık” gibi tezler üretmesi söz konusu öncülük olunca kelimenin tam anlamıyla cahillik ve komedya olarak karşımıza çıkıyor.

Bugün öncelikle AKP eliyle kurulan rejimin olası yönelimleri konusunda teorik saptamalara ve bu yönelimleri belirleyen-kısıtlayan nesnelliğin zorunluluklarına işaret etmemiz gerekmektedir. Bu zorunluluklar ya da sınırlandırmalar üzerinden İkinci Cumhuriyet rejiminin “hareket alanını” tarif edebilir, doğrultusu konusunda projeksiyona sahip olabiliriz. Doğaldır ki, bu analiz yönteminin teorik bir yan barındırması gerekecek ve bunun için de bazı kavramlara ya da kavram setlerine ihtiyaç duyulacaktır.

Bugüne kadar İkinci Cumhuriyet rejiminin olası yönelimleri konusunda Türkiye sosyalist hareketinde öne çıkarılan bir kaç kavramın tartışılması gerekiyor.

Bugün AKP eliyle kurulan bu rejimin önünde bir “restorasyon” süreci durduğuna dair tezler ilk akla gelen. Bu kavram, restorasyon kavramı, Marksist literatüre yabancı bir kavram değil. 1815-1830 arasında Fransa siyasetini betimlemek için kullanılan restorasyon kavramı, yeniden mutlakiyetçiliğin iktidar olduğu, 1789 Devrimi ve sonrası Napolyon döneminin getirmiş olduğu kazanım ya da sonuçları içinde taşıyarak “geriye döndürme” ya da Krallık döneminin yeniden tesisini tanımlamak için kullanılan bir kavram olarak değerlendirilmelidir. Yani yaşanan bütün gelişmeler sonrası düzenin kendisini onarma, restore etme, eski dengesine kavuşmasını tanımlar bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Yine bu kavramın kullanıldığı 1997 Türkiye’sinde, 28 Şubat süreci olarak da bilinen ordunun siyasete müdahalesini de restorasyon kavramıyla açıklamak doğru sonuçlara vardırmıştı. 12 Eylül sonrası oluşan müesses düzen, dinci gericilik tarafından rotasından çıkartılmış, bu durum bir restorasyon girişimiyle yeniden düzenlenmeye, onarılmaya, normalleştirilmeye, eski dengesine getirilmeye çalışılmıştır.

Bugün AKP eliyle kurulan bu rejimin bir restorasyon ihtiyacı içinde olduğunu söylerken iki çizginin sınır olarak çizilmesi ile bu tartışmaya başlamak gerekiyor. “2002 öncesine mi yoksa 2011 öncesine mi dönüş hedefleniyor?” konusunda bir mutabakatla bu kavram ele alınmalıdır. Bu açıdan 2002 yılı öncesine başka bir deyişle AKP öncesi döneme Türkiye’nin dönmeyeceği net olarak ortaya konmalıdır. Eğer Erdoğan eliyle duvara çarpan ya da fazlasıyla sağa yatmış bir kayığın düzeltilmesi anlaşılıyorsa ve liberal saiklerin temsil ettiği buysa herşeyden önce şunun saptanması gerekiyor: Ortada bir restorasyoncu kanat olduğu açık. Restorasyonun gerçekleşip gerçekleşmemesi ayrı bir konu, ama bu kanadın varlığı da kavram kadar asli tartışma konusu yapılmak zorundadır. ABD, AB ve liberal güçlerden gelen bütün veriler bu yöndedir ve bu yön düzen siyasetinin bir parçası ve kanadı olarak okunmak zorundadır. Bu durumu görmezden gelirseniz, “restorasyoncu kanadın” faşizme karşı demokrasi bileşeni olduğu gibi bir algıya kapılırsınız ki, reformizmin kapısı tam da buradan açılır. Ancak “restorasyon kavramından” düzenin bir dengeye kavuşması, havada duran İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşme zorunluluğunu anlıyorsak; bu, uçlarını törpüleme, zorladığı sınırlardan dönme ve mutabakat arayışı anlamına gelir ki, bu da “objektif bir restorasyon” tanımına, zorlarsak, denk düşebilir. Tam da burada ifade etmek gerekir ki “restorasyon” denince AKP’siz ya da Erdoğan’sız olacağı ya da liberallerin iktidara geleceği gibi bir algı bu ‘yönüyle’ doğru değildir. İşte bu yüzden bu teorik kavramın nasıl okunduğu ve anlaşıldığı çok önemlidir. Erdoğan iktidardan gitmediği için, “bakınız restorasyon olmuyor” gibi bir kolaycılık kelimenin gerçek anlamıyla sığlıktır. Ancak İkinci Cumhuriyet rejiminin olası yönelimlerini açıklarken “restorasyon” kavramının tam da saydığımız bu nedenlerle yerli yerine oturmayan bir kavram olduğunu da ifade etmek zorundayız. Ne 2011 yılına dönülecek ne de 2002 yılı öncesine. Ne de Erdoğan’sız bir süreç şu an için somut olarak karşımızda değil…

İkinci Cumhuriyet rejiminin nereye evrileceği konusunda bir başka şey ise faşizm tespiti üzerine. Önüne İslami sıfatı eklenerek milliyetçi faşizmden farkını gösteren ya da belki de bir de gerici öge eklenerek iyice katmerleştirilerek sunulan bu tez, baskıcı ve otoriter bir İkinci Cumhuriyet rejiminin çağrışımları üzerine kurulan bir tez olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye kapitalizminin bugün yeni pazarlar bulmak üzere yayılmacı bir gerçekliğe, güce ve gelişkinliğe sahip olduğunu söylemek çok kolay değil. Alt emperyalizm tespiti ya da düpedüz emperyalist bir Türkiye tespiti yapmayacaksak eğer. Suriye’de ortaya çıkan sonuç, Türkiye’nin yayıldığı değil duvara çarptığı bir somutluktur. İkinci Cumhuriyet rejiminin söylem düzeyinde kalan “yayılmacılığı”nın kökeninde AKP iktidarının sadece “jeopolitik” bir bakış açısından ibaret bir yanılsama durumu bulunmaktadır. Bununla birlikte emperyalist sistemin “İslamcı bir diktatörle” devam edemeyeceği de herkes için çok açık olmalıdır. Mısır, Tunus ve hatta Suriye’de ortaya çıkan yeni durum, IŞİD karşıtı bir politikanın dünya ölçeğinde baskın olduğu bir iklim, emperyalist sistemin bir parçası olacak Türkiye’nin “İslamcı bir faşizmle” devam edebilmesini çok zor kılmaktadır. Türkiye solunda ezbere türetilen bu tezlerin, bilimsel bir zemine oturtulmadan dile getirilmesi ise ciddiyetsizlik ya da sığlık olarak adlandırılması haksızlık sayılmamalıdır.

İkinci Cumhuriyet rejiminin olası yönelimleri üzerine yazılıp çizilenlerden bir tanesi de son günlerde moda olan “kaos” teorisidir. Kaotik süreç kavramı ile açıklanan bu kavramsallaştırmanın da ciddi tehlikeleri bulunmaktadır. Emperyalizmin, Türkiye müdahalesi için “kaos” yaratması ayrı bir şey, bu durumun bir “kaotik süreç kavramıyla” açıklanması başka bir şeydir. Ortada belirsizlik, plansızlık, keyfiyet, kendiliğindenlik, kontrolsüzlük yoktur. Güçler vardır ve güçler arasında yürütülen açık ya da gizli mücadele vardır. Marksizm, dünya ne kadar karmaşık demek için değil, bu karmaşıklıkta temel parametreleri ve özü açığa çıkarabilmek için gerekli bir yöntemdir. Örneğin kaotik süreç derseniz, emperyalizmi silikleştirirsiniz. Aslında biraz da yapılan budur. Emperyalizmi geriye çekip bugünkü durumu kaotik süreç olarak adlandırıp “düzen güçleriyle ittifakın yolu yapılabilir” ya da “restorasyoncu emperyalist odağın başarısızlığını – tersi öngörüldüğü için – tarif etmek için kullanabilirsiniz”. Kaos kavramı yerine kriz kavramı aslında daha doğru bir tarif olarak önümüzde durmaktadır. Yönetme, yönetememe gibi olguları, düzen cephesindeki kırılmaları kriz kavramıyla açıklamak berrak bir analiz sunabilecek yeterliktedir.

Ne yazık ki Türkiye solunda yürütülen tartışmalarda gerçek manasıyla bir ciddiyetsizlik ve kısırlık bulunmaktadır. Restorasyon tezine sahip çıkanlar, düzen içi siyasete kaymadan solda bir duruş sergileyebilirken, İkinci Cumhuriyet rejiminin nasıl bir yönelime gireceğine dair büyük bir yanılgı içinde bulunup “analitik bir duruşla” yetinmektedirler. Faşizm tespitine sahip olup – bunun açıkça söylenmesi ile “saray ve çetesi” mutlaklaştırması bir ve aynı şeydir – restorasyon ihtimalini yok sayanlar kaotik süreçle birlikte “faşizm vurgusunu öne çıkartıp” düzen içi güçlerle yan yana gelmenin teorisini yapmış olmaktadırlar. (Bu yüzden bu görüşe sahip olanlar yaşanan darbe girişimini tam olarak analiz etmekte  zorlanmış ve “darbenin bir AKP komplosu” olduğu tezine daha yakın bir psikoloji içine girmişlerdir.)*

Her iki görüş ise şaşırtıcı bir biçimde “kaos teorisinde” buluşmaktadır.

Aslında şaşırtıcı bir yan yok.

Bütün bu tezler dışında bugün darbe ve sonrası gelişmelere baktığımızda (OHAL yönetimi ve KHK kararları) İkinci Cumhuriyet rejiminin olası yönelimleri konusunda “sınırları bulunan” ama AKP tarafından da zorlanan bir nesnelliğin varlığı ifade edilmelidir. AKP’siz ya da Erdoğan’sız bir seçenek üzerine inşa edilen restorasyon talebi aslında emperyalist odakların ve liberallerin siyaseti olarak değerlendirilmeli ve Türkiye solunda bu seçeneğe vurgu yapmak, bu seçeneğin sahiplerini ve içeriğini göstermesi açısından önemli bulunmalıdır. Ancak bu seçeneğin hayat bulması ise Türkiye’nin toplumsal dinamikleri ve siyasi dönüşümü gereği “gerçekleşmesi çok da kolay olmayan” bir somutluktur. Türkiye AKP ve Erdoğan ile yoluna devam etmektedir. (Restorasyoncu tezlere sahip olanların Erdoğan’ın gideceği üzerine geliştirdikleri komplo teorilerini geçiyorum, ancak AKP’nin gidişinin ekonomik bir nedenle olacağını bir parametre olarak ifade etmek gerekir ki emperyalizm henüz kartlarını bu açıdan oynamış değildir)*

AKP ve Erdoğan’ın iktidarda kalmasına bakıp “hani restorasyon olacaktı” gibi sığ bir söylemle, AKP karşıtlığı üzerinden liberallerle(düzen güçleriyle) yan yana gelmenin teorisi yapılamaz. Çünkü böylesi bir siyasal odağın, kanadın, projeksiyonun varlığı ile bunun hayat bulması arasındaki açının okunamamasıdır bu. Reformize giden yolun basamakları bu şekilde döşeniyor. Reformizm de, tarih göstermiştir ki,  mevcut iktidarlara her daim muhalif olmuştur.

İkinci Cumhuriyet rejiminin sınırları olduğunu söyledik. Türkiye kapitalizminin gelişkinlik düzeyi, Ortadoğu’da ortaya çıkan denge durumu, İslamcılığın dünya ölçeğinde itibar kaybı, Ilımlı İslamcı projenin başarısızlığı, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal dinamikleri bu sınırlayıcı objektivizmin bir kaç başlığı… Bununla birlikte İkinci Cumhuriyet bir daha geri dönmeyecek bir şekilde alan kaplamış durumda.

 İkinci Cumhuriyet rejimi uzunca süredir havada duruyordu. Bu havada kalma haline son verilmesi, teorik olarak,  belli bir “devlet ideolojisi” ile oturtulması gerekmektedir. Bugün yaşanan gelişmeler yerleşme ve mutabakat kavramsallaştırılması ile açıklanmalı ancak “ideolojik krizin” devam ettiği ise tespit edilmelidir. Darbe sonrası demokrasi bayraktarlığı üzerinden, darbeciliğe karşı yeni bir kırılma noktası olarak AKP tarafından başlatılan sürecin bir kurtuluş savaşına benzetilmesi tam da yeni bir hamle ve ideolojik boşluğun doldurulma girişimi olarak görülmelidir.

Bugünden erken tespitlerden kaçınmak lazım. Ortada bir mücadele var ve bu mücadelenin kaybedenleri, kazananları vs. bulunacaktır. Bütün bunlarla birlikte ve sonrasında bir teorizasyon girişimi daha sağlıklı olacaktır.

Ancak Türkiye solunun çıkışsızlığının özünde teorik ve ideolojik anlamda bir kısırlığın bulunduğunu da yazmak durumundayız.

Ama önce sosyal medya sığlığından kurtulmak gerek…

İkinci Cumhuriyet rejimi, yaşanan darbe girişiminden sonra Amerikancılıkta, emek düşmanlığında, gericilikte daha da yerleşmeye çalışacak ancak istikrarsızlık ya da kriz hali başka bir düzlemde ortaya çıkacaktır. Örneğin orduda “ulusalcı subayların” yeniden görev almasının, ordunun AKP’ye tam anlamıyla bağlanması ile kadük hale getirilmesi kimse için şaşırtıcı olmamalıdır. İkinci Cumhuriyet rejimi, darbe sonrası 1 adım geri iki adım ileri taktiğini izlemektedir. 14 yıllık AKP iktidarı, bugün darbe girişimi sonrası ortaya çıkan durumu İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşme sorunu bağlamında sonuna kadar kullanacaktır. Her “teorizasyon” denemesi ya da kavramsallaştırma belli bir soyutlama içerdiğinden uçları işaret eder. Ancak bakılması gereken ise sürecin gelişimi doğrultusunda ortaya çıkan bileşkedir.

 O yüzden, mesele memleket meselesi, mesele İkinci Cumhuriyet rejimi, düzenidir! Düzen karşıya alınmadan devrimci bir siyaset üretmek mümkün değildir.

 *Yazdığım iki parantezde komplo teorilerine dikkat çekmek isterim. Birbirlerine zıt gibi görünen iki tezin kaos ve komplo teorilerinde ortaklaşması ise manidar.