Hayal-Et!

Ankara Katliamı’nın hemen sonrasında yayın yaşamına başlamıştı Gazete Manifesto. En çok acı çektiğimiz, insanca bir yaşamı isterken insanlığın düşmanlarıyla karşı karşıya geldiğimiz, kendi çıkarları için toplum çıkarlarını hiçe sayan öznelerin güzelim memleketi kan gölüne çevirmekten çekinmediği bir dönemde… Bir diğer deyişle, Sosyalist Türkiye’ye en çok gereksinim duyduğumuz dönemde… Yine böylesi bir dönemde, Sultanahmet Katliamı’nın hemen... View Article

Hayal-Et!

Ankara Katliamı’nın hemen sonrasında yayın yaşamına başlamıştı Gazete Manifesto. En çok acı çektiğimiz, insanca bir yaşamı isterken insanlığın düşmanlarıyla karşı karşıya geldiğimiz, kendi çıkarları için toplum çıkarlarını hiçe sayan öznelerin güzelim memleketi kan gölüne çevirmekten çekinmediği bir dönemde… Bir diğer deyişle, Sosyalist Türkiye’ye en çok gereksinim duyduğumuz dönemde…

Yine böylesi bir dönemde, Sultanahmet Katliamı’nın hemen ardından, yine sermaye egemenliğinin kendi çıkarları için toplumu hiçe saydığı bir ortamda, Sosyalist Türkiye’nin hayalini kuruyor ve bütün varlığımızla bağlandığımız hayalimizi gerçekleştirmenin yollarını arıyoruz.

“Hayal” sözünü bilinçli olarak kullandığımızı belirterek başlayalım. Sonra birileri çıkıp da “Sosyalizm zaten hayal, bu ülkede sosyalizm filan olmaz.”demesin, diyemesin. Burjuvazinin bütün araçlarıyla yedi-yirmidörtideolojik saldırıda bulunduğu emekçi kardeşlerimizin bu sözü sıklıkla söylediğini de hatırlatmış olalım. Komünist şair Bertolt Brecht’in dediği gibi, “dergileri, gazeteleri, bütün yayınları, hepsi halka karşıdır”ne de olsa.

Önceki yazılarımızda “Sosyalist Türkiye’nin mimarları” olma istencimizden ve sosyalizmi bir yapı olarak inşa etmemiz gereğinden söz etmiş ve eklemiştik:“Sosyalizm bir yapıdır ve yapılar inşa edilir. İnşa edilecek olan her yapı, inşa edileceği zemin ve çevre koşulları gözetilerek tasarlanır, planlanır ve üretilir. (…)” Tam da böylesi bir dönemde, dünyayı kavrayış biçimimiz gereği, devrimin öncü öznesinde olduğu gibi üst-yapımızı da net, sağlam ve tutarlı bir biçimde inşa etmemiz gerekmektedir.

Her şey hayal etmekle başlar!

Devrimcilere, düzen kuruculara ve yaratıcılara yakıştırılan bir tanımdır“mimar”sözcüğü. Kapitalizmin dayattığı “yaratıcı fetişizmi”ne kapılmadan, kolektivizm vurgusu da içeren “yapıcılar” sözcüğünü kullanarak devam edelim.

“Yapıcılar”ınmesleki pratikleri sonucunda hayal-güçlerinin; bununla ilintili olarak da üç boyutlu ve analitik düşünme yetilerinin, toplum geneline göre daha gelişkin olduğunu söyleyebiliriz. Dünyayı anlamakla yetinmeyip onu değiştirmek isteyen devrimciler, yeni bir düzen kurabilmek için, “yeni insan”ıyaratmak ve bundan dolayı da; nokta ölçeğinden, insan, mekân, yapı, kent, yurt ve dünya ölçeğine varıncaya kadar, tüm ölçeklerde, insanı ve onun gereksinimlerini bilmek durumundadırlar; bu da “yapıcılar”ın işidir. Yazımızın başında “hayal” sözcüğüne vurgu yapmamız da bununla ilgilidir.Yeni bir düzen kurabilmenin, ilkeleri uygulamaya dönüştürebilmenin, soyut söylemlerin somut ürüne dönüşebilmesinin ilk adımıdır hayal etmek. Hayal edebildiğiniz ölçüde gerçekleştirebilirsiniz düşüncelerinizi. Son/somut ürünü hayal etmeden, onun nasıl olacağını bilmeden işe başlayamaz, çivi bile çakamazsınız.

Yapıcılık ve tasarım da böyledir, hayal etmekle başlar. Kullanıcı gereksinimleri doğrultusunda, kullanıcıyla etkileşime girerek, çeşitli bileşenlerin bir arada kurgulanmasının somut ürünüdür yapı ürünü. Öncelikle, gereksinimleriniz vardır. Var olanın yetmediği, sorunların çözümsüz kaldığı, size çizilen çerçeveye, verili koşullara sığamama durumudur. Sonrasında ise çevre koşulları ve bu koşulların sunduğu olanaklar vardır. Bütün bu verileri birlikte değerlendirip, kullanıcı için en elverişli mekânı üretmek ise tasarıma ve çeşitli uzmanlıkların da katılımıyla “bütün yapıcıların kolektif üretimi”ne bağlıdır. Mimarın veya tasarımcının rolü ise bu sürecin merkezinde konumlanarak, çeşitli uzmanlıkları koordine etmesi ve süreci yönetmesidir. “Nasıl yapmalı?” sorusuna yanıt niteliğinde; programınız ve ilkesel kararlarınız vardır. Tarihsel bilginin üretiminde olduğu gibi, geçmiş deneyimlerinizin biçimlendirdiği hayal gücünüze bağlı olarak “yeni yapı”nın ilkesel kararlarını alır ve“somutu soyutlamış” olursunuz. Ortada henüz somut hiçbir şey yokken, siz aklınızda, düşüncelerinizde yapınızı çoktan inşa eder ve bu yapının “nasıl” inşa edileceğini öngörür, öngörülerinizle yapım sürecini yönetirsiniz. En sonunda da henüz tasarı durumundaki “soyutu somutlamış” olur ve başlangıçta kurduğunuz hayali, gerçek bir üretime dönüştürürsünüz.

Mimarlar ile Sosyalist Devrimcilerin yaklaşımı yöntemsel olarak oldukça benzer. Bundan dolayıdır ki, mimarlık ve yapıliteratüründe kullanılan sözcükler, devrimci siyasette de büyük yer edinmiş ve hatta iç-içe geçmiştir. Marksist düşünce üretiminin ortaya çıkardığı bilgi birikimini gözümüzün önüne getirecek olduğumuzda, satır aralarında da sosyalizm-yapı benzetişiminin yoğun bir biçimde kullanıldığını görürüz. Yeni kavram setleri icat etmeye hiç gerek duymadan, tersine, var olan kavramları doğru ilişki ağında kullanarak ilerlemeyi denediğimizde, bu söylediklerimizin net bir biçim alacağını söyleyebiliriz.

Özne, nesne, kullanıcı, gereksinim, ikilik, tümden-gelim, tüme-varım, mekân, sınır, yapı, alt-yapı, üst-yapı, çevre, vaziyet/durum, yönlenme, aydınlanma, hâkim rüzgâr, koşul, ilke, program, olanak, alan, yol, ölçü, oran, dolu-boş, parça-bütün, zemin, temel, taşıyıcı, dikey, yatay, statik, dinamik, çekirdek, örgütlenme, organizasyon, koordinasyon, disiplin, uzmanlık…

Ne kadar da tanıdık sözcük varmış değil mi?

Marksist-Leninist siyasette “somutu soyutlama, soyutu somutlama” yaklaşımı Marks’ın teorik, Lenin’in pratik birikimini çözümleme ve yeniden üretme bağlamında sıklıkla uygulanır. Benzer biçimde yapıcılar da ilkin, verili koşulları ilkeleştirerek soyutlar, sonrasında ise bu ilkeleri ölçüt alarak yapılarını somutlamaya koyulurlar.

Hayalden ütopyaya,mimarlıktan sosyalizme…

Thomas More’un Ortaçağ karanlığında kaleme aldığı “Ütopya”, Desiderius Erasmus’un“delilik” olarak görerek “Deliliğe Övgü”yü yazmasına neden olmuş ve ütopyanın kavram olarak da literatüre girmesinin yolunu açmıştır. Köken-bilimsel olarak Yunanca “U”olumsuzluk ön-eki ve “toprak / yer / ülke” anlamındaki “topos” sözcüklerinden türeyenve“olmayan yer” anlamına gelen “U-topia”, “gerçekte olmayan”ancak “olması istenen”yerleri, durumları anlatmak için günümüzde de sıklıkla kullanılır.

1516’da yazılan Ütopya, kendi döneminde İngiltere’nin toplumsal düzenini eleştirerek alternatif üretme amacıyla yazılmış, bu alternatif ise, birçok açıdan da sosyalizmin yaşamsal ve mekânsal anlatımına dönüşmüştür. Özel mülkiyetin ve paranın olmadığı, “herkesin gereksinimine göre” üretilenleri paylaştığı, günlük altı saat çalışıldığı, merkezi planlamanın olduğu, üretimden kalan zamanın ise sanat ve bilimsel uğraşılarla geçirildiği ideal bir toplum düzeni vardır “Ütopya”da. “Sosyalizmin ilkesel anlatımı” yorumunu yapabileceğimiz “Ütopya”, Platon’un “Devlet”inden çokça iz taşımakla birlikte, kendisinden sonra üretilen ütopyalar için de bir zemin oluşturmuştur. Tomasso Campanella’nın“Güneş Ülkesi”, Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis”i ve William Morris’in “Hiçbir yerden haberler”i bunlardan en önemlileri olarak sıralanabilir.Ütopyalara dair söylenebilecek çok fazla söz olmakla birlikte distopyaları ve özel olarak daanti-Stalinist George Orwell’in1984’ünü, ayrıcaele almak gerekeceğinden bunu ileride geniş bir biçimde incelemek üzere bir kenara yazalım ve devam edelim.

Thomas More’dan Robert Owen ve William Morris’e kadar uzanan tarihsel kesitte, “İngiliz Sosyalizmi” düşüncesi oldukça ilerleme kaydetmiş ancak ütopyaları gerçeğe dönüştürmek için “ne yapmalı?” sorusuLenin’e kadar bir türlü yanıtlanamadığından İngiltere’de sosyalist düşünce, bilimsel temellere oturtulamayıp, ütopyacılıklasınırlı kalmıştır. Söz gelimi William Morris’in “Hiçbir yerden haberler” isimli yapıtı bunun en iyi kanıtlarından biridir.

Uykuya dalmanın ardından Sosyalist İngiltere’ye uyanılmasının anlatımıdır “Hiçbir yerden haberler” isimli yapıt. Betimlemeleri oldukça gerçekçidir, yaşam ve üretim mekânlarıyla sosyalizm anlatılır ancak ütopik yaklaşımdan kaynaklı temel sorunlar vardır. İlk olarak, “uykuya dalmış bir bilinç”in“kendiliğinden” var olmuş bir sosyalizme uyanması, gerçeklik-dışıdır. İkinci olarak, kitabın ana karakteri, süreçlere içkin değildir, dışarıdan izlemekle yetinir, yakınlaşır, temas etmeye çalışır ancak öncülük edip de “kurucu” olma gibi bir girişimi yoktur, sonradan bir katılım, peşinden gitme, sürüklenme vardır. Üçüncü olarak, zaman kavramı olmadığından, sürecin nasıl geliştiğine dair bilgi de yoktur. Yalnızca sanayi devrimi sonrasına referans verebilen buharlı makineler ve çelik köprüler vardır. Zamansız mekân, mekânsız zaman olamayacağından dolayı, tarihselliğe ve dolayısıyla diyalektiğe de aykırıdır.

“Hiçbir yerden haberler”i, diğer ütopyalar gibi bizim için önemli kılan, var olanın dışında “yeni bir düzen”hayalinin“mekânsal” karşılıklarıyla somutlanarakanlatılıyor olmasıdır. Bizim yapabileceğimiz çıkarım da tam olarak buradadır. “Her işlevin gerçekleştiği bir mekân” olması gerektiğinden yola çıkabiliriz. Thomas More’un anlattığı toplumsal ilişkileri kurgulayacağımız toplumsal mekânları ve William Morris’in anlattığı sanayileşen, beden emeğinin kullanımının azalarak makine-yoğun üretimin arttığı bir ülkeyi yaratmamız gerekmektedir. Konuyla ilgili birikimimiz yalnızca hayaller ve ütopyalarla da sınırlı değil. Elimizde, Sovyetler Birliği’nin kolhozları ve fazla uzağa gitmeye gerek kalmadan; Hasan Âli Yücel döneminin Köy Enstitüleri bulunuyor. Anti-komünist propaganda sonucunda “kızıl tehdit”e karşı kapatılan Köy Enstitüleri, tam anlamıyla sosyalist yaşam ve üretim mekânları olmaları yönünden tarihimizde büyük önem taşımaktadır. Bu önem; kendisi için üretim yapacak toplum bireylerinin, üretimi yapacak oldukları mekânları da kolektif olarak inşa etmeleriyle başlayan bir süreçten ileri gelmektedir.

Yapıcıların tasarım ölçütleri: sosyalizmin temel ilkeleri

 Günümüzde “ne yapmalı?” ve “nasıl yapmalı?” sorularına vereceğimiz yanıtları hep birlikte üretmemiz gerekecektir ancak tasarım ilkelerimiz belirlidir: Üretim araçlarının mülkiyeti topluma ait olacaktır ve merkezi planlamaya bağlı gelişecek kentler, yapılar, mekânlar üretilecektir.

İnsanlarımızın, parçası oldukları toplum için, kendileri için çalışacağı ve bilime-sanata daha fazla zaman ayırabilecekleri mekânlar; bu bağlamda Sosyalist Türkiye, biz Yapıcılar’ın ellerinde yükselecektir.