Ekim İsmi yazdı: Şimdilerde bin pişman görünseler de siz “Yetmez ama evet”çilere inanmayın!

12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumunda ortaya konan siyasi tavırlar şunlardı: Hayır, boykot, evet, yetmez ama evet. Bakmayın siz üç ve dördü ayrı ayrı saydığımıza, her ikisi de aynı halt. Ayrı sayılmalarının tek nedeni işlevlerinde yatıyor.

Ekim İsmi yazdı: Şimdilerde bin pişman görünseler de siz “Yetmez ama evet”çilere inanmayın!

12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği referandumunda ortaya konan siyasi tavırlar şunlardı: Hayır, boykot, evet, yetmez ama evet. Bakmayın siz üç ve dördü ayrı ayrı saydığımıza, her ikisi de aynı halt. Ayrı sayılmalarının tek nedeni işlevlerinde yatıyor.

“Evet” diyenlerin çok büyük bir bölümü AKP’nin yıllardır değişmeyen, sormayan sorgulamayan, görmeyen, duymayan, inanmayan, iyiye de şükreden kötüye de şükreden klasik seçmeniydi.

“Yetmez ama evet” diyenlerse bu klasik seçmene pek benzemiyorlardı. İçlerinde koca koca akademisyenler, yazarlar, sinemacılar, gazeteciler, sanatçılar, siyasetçiler vardı ve güya önlerine gelen pakete beğenmez bir tavırla onay veriyorlardı: “Paket eksik ama, destekleyelim bari, en azından iyiye gidiş var…”

2010 referandumunda “evet” diyenler önlerine konulan her şeye iknaydılar, “yetmez ama evet” diyenlerse bunların dışında kalanları ikna etmekle görevli. Tayyip Erdoğan meydanlarda şovunu yapıp, Erdal Eren’i, Necdet Adalı’yı şovunun birer enstrümanı olarak kullanmaya çalışırken, “Yetmez ama evet” diyenler saha temizliğini yapıyorlar, meydanı Erdoğan’ın şovuna hazırlıyorlardı. Nasıl mı ikna edeceklerdi? Kendi ağızlarından sıralayalım:

Osman Can: “12 Eylül’de yapılacak anayasa referandumunda neyi oylayacağız? Parti kapatmaları, inançların baskı altında tutulmasını, yargıçlar oligarşisini, cezalandırıcı yargı sistemini.”

Doğan Tarkan: “Önemli olan anayasa paketinin maddeleri değildir, önemli olan 12 Eylül’le hesaplaşmaktır.”

Lale Mansur: “12 Eylül, 27 Mayıs 1960 darbesinin devamıdır; eğer sandıktan ‘hayır’ çıkarsa bu 27 Mayıs’ın onaylanmasıdır.”

Atilla Aytemur: “Sivil diktatörlük iddiası: Bir toplum bundan fazla aptal yerine konamaz. Arkasına orduyu almayan bir diktatörlüğü nerede gördünüz?”

Yücel Sayman: “Ben ‘evet’ diyorum, sadece iki madde bunu zorunlu kılıyor: Askeri yargının yetkilerinin sınırlandırılması, sivil yargının yetkilerinin artırılması ve HSYK’nın yapısının değişmesi. Bunlar hayatımızda çok şeyi değiştirecek.”

Liste uzatılabilir, biz onların yerine özetleyelim. “Yetmez ama evet” diyenler referanduma sunulan anayasa değişikliklerinin bir 12 Eylül hesaplaşması olduğunu savunuyor, bunun için de yargı reformları ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili reformlar önerdiğini söylüyor, değişiklikle birlikte askeri vesayetin zayıflayacağını/ortadan kalkacağını iddia ediyordu.

Referandumda “hayır” mı diyorsunuz, öyleyse ya bu çok “özgürlükçü” arkadaşların “demokratik” lincine maruz kalacaktınız (madem “hayır” diyorsunuz o halde 12 Eylül’le hesaplaşmak istemiyorsunuz; madem “hayır” diyorsunuz yargının bağımsızlığına karşısınız; madem “hayır” diyorsunuz askeri darbeleri destekliyorsunuz; madem “hayır” diyorsunuz ülkedeki iç savaştan hoşnutsunuz; madem “hayır” diyorsunuz …..) ya da iki arada bir derede kalıp “bunlara ben de karşıyım, ama…” deme tuzağına düşecek ve kamuoyunda “madem karşısın, gereğini yap” basıncıyla karşılaşacaktınız.

Nitekim 2010 referandumu bu açıdan AKP’nin ve “Yetmez ama evet”çilerin başarısı olarak tarihe geçti (*).

Gelelim bugüne…

2010 referandumu üzerinden beş yıldan fazla bir süre geçti.

  • Referandumda “hayır” çağrısı yapanlar, 2010 referandumunun 12 Eylül’le hesaplaşmak gibi bir niyetinin asla olmadığını, anayasa değişikliğiyle birinci cumhuriyetin yıkılışının ilan edileceğini, değişikliğin AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmak ve istediği adımları daha rahat atmak için ihtiyaç duyduğu meşru alanı yaratacağını söylüyorlardı. Aradan geçen zaman tüm bu söylenenleri tescillemiş oldu.
  • 2010 referandumu öncesi “imkan olsa mezardakileri bile kaldırmak lazım” diyen Fettullah Gülen ve cemaatiyle Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yolları ayrıldı. 2010’un iktidar ortakları arasındaki kıyasıya kavga “paralel” kodlamasıyla devam ediyor.
  • Referandumun öne çıkmayan ama ağırlığı hep hissettirilen başlıklarından birisi olan Kürt sorunun çözümünde gelinen nokta oldukça karmaşıklaşmış durumda.
  • 2013 Haziran’ında hem Tayyip Erdoğan ve AKP hem de “Yetmez ama evet”çiler halk gerçeğiyle karşılaştılar.
  • Suriye’ye dönük müdahale büyük bir bölgesel mücadeleye dönüştü. ABD, Rusya, Almanya, Fransa, İran, Türkiye ve daha bir çok ülkenin dahil olduğu, etnik ve mezhepsel katliamların olağanlaştığı, milyonlarca insanın göç ettiği bir tablo ortaya çıktı. Büyük bir savaş olasılığının her gün baştan değerlendirildiği bu tablonun kısa vadede bir sonuca ulaşması da mümkün görünmüyor.
  • AKP bu sefer anayasayı bütünüyle değiştirmek hedefinde ve başkanlık sistemi bu değişikliğin ana nedenlerinden biri olarak ortaya konuluyor.

2010’dan bu yana yaşananlar kabaca böyle ve bu tablo içerisinde “Yetmez ama evet” diyenler son zamanlarda tekrar seslerini yükseltmeye başladılar. Önce 4 maddelik “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi, sonra 34.sü yapılan Abant Toplantısı sonucunda 11 maddelik bir sonuç bildirgesini yayınladılar. Bunlara paralel şekilde bazı “yetmez ama evet”çiler kendi kişisel açıklamalarını yaptılar. Ümit Kıvanç köşesinde “Çünkü ben aptalım” başlıklı bir yazı yazarken, Adalet Ağaoğlu “Enayilik etmişim” şeklinde bir açıklamada bulundu mesela. Yukarıda bahsettiğimiz bildirilerde ise yeni anayasa yapmanın mümkün olmadığı, tek adam otoritesinin kurulduğu, iktidarın etnik ve dinsel ayrımcılık yaptığı, yargının bağımsız olmadığı vb. tespitler yapılıp bu durumdan ancak hukukun üstünlüğüyle, demokrasiyle çıkılabileceği söyleniyor.

“Günaydın” mı demeliyiz?

Adalet Ağaoğlu ya da Ümit Kıvanç gerçekten samimi olabilirler. Gerçekten AKP’ye inanmış ve bu yüzden yanılmış da olabilirler. Ama bunun pek bir önemi yok. “Yetmez ama evet” sloganıyla ifade edilen politik tutum alışın tekil bireylerin ötesinde bir anlamı var çünkü. Çünkü, bu tutumun sahibini ve bu tutumla mücadele edilmesi gerektiğini iyi biliyoruz. Bunların emperyalist ülkelerle olan ilişkilerini (örneğin AB’ye olan aşklarının başka bir çok şeyin yanında kelimenin birincil ve ikincil anlamıyla “duygusal” olduğunu), AKP’ye olan aşklarını, sosyalizme olan düşmanlıklarını unutmadık. İşçi diyene, sömürü diyene, emek diyene, laiklik diyene, kamuculuk diyene gösterdikleri tahammülsüzlüğün yerini tarikatlardan, zorunlu din derslerinden, türbandan, özelleştirmelerden, özerkleştirmeden bahsedildiğinde empatinin, hoşgörünün, demokratik anlayışın aldığını görüyoruz. İşte tam bu yüzden “yetmez ama evet”çilerin bugünkü vaveylalarına inanmak, onlarla empati kurmak büyük bir safdillik olacaktır.

Günah çıkarabilirsiniz, ama hesap vereceksiniz

“Yetmez ama evet” tutumu liberal solun somut bir başlıkta sergilediği tutumun ifadesiydi. Liberal solu o kadar iyi özetliyordu ki sonraki yıllarda ana akımı da ifade etmek için kullanılır oldu. Fakat adları ne olursa olsun, ister liberal solcular, ister “yetmez ama evet”çiler, artık bunların solda bir kafa karışıklığı yaratmalarına, günah çıkarıp, bir sonraki görevlerine kadar, temizlenmelerine izin verilmemeli. O nedenle çerçeveyi bir kere daha çizmekte fayda var:

  • Liberal sol tanımı vurgunun “sol”da olduğu yanılsamasını yaratmaktadır. Liberal sol söz konusu olduğunda vurgu net olarak “liberal”dedir ve solun liberalleşmesi olarak okunmalıdır.
  • Liberal yaklaşım, adı üstünde, sola değil burjuva düzene aittir.
  • Solun sermaye sınıfına karşı yürüttüğü mücadelenin önemli bir başlığını da sermayenin truva atlarıyla mücadele etmek oluşturmaktadır. Liberal sol etkisi küçük olmayan bir truva atıdır.
  • Liberal solun lugatında tarihselci bakış, sınıflar, sınıf mücadeleleri yoktur. Eşitlik yoktur. Emperyalizm yoktur. Sola, bilimsel sosyalizmi temsil eden sola, ait olan bu kavramların yerine ne olduğu belirsiz bir demokrasi, sivil toplum, özgürlükler, ceberrut devlet, merkez ve çevre ülkeler, yerelleşme gibi kavramlar kullanmaktadır.
  • Bu kavram farklılaşmasının pratik sonucu şekilsiz olan ve şekilsiz olduğu ölçüde hep haklı olan bir pozisyondur. 2010’da AKP’yi desteklerken haklıydılar, şimdi karşı çıktıkları için haklılar, bir süre sonra yine desteklerlerse yine haklı olacaklar (!)
  • Liberal solun esas hedefi düzen dışı soldur. Düzen dışı solun destek olacağı uygulamalar burjuva düzenin elini en çok rahatlatan uygulamalar olacaktır. Sol tandanslı liberaller burada büyük bir işlev yüklenmektedirler.
  • Liberaller, solu ikna etmek ya da ehlileştirmek için bir eğik düzlem yaratmaktadırlar. Bu düzleme teslim olan sol er ya da geç hata yapmaktadır. Eğik bir düzlemde inanç özgürlüğüyle tarikatlara serbestlik, baskıcı rejime karşı çıkmakla emperyalist müdahaleye onay verme arasındaki mesafe oldukça kısadır.
  • Liberal solun somut bir örgütlü yapısının olmaması, kamuoyunda hep belli isimlerle anılması “zaten üç beş kişiler, ne zarar gelebilir” türü yanılgılar yaratmaktadır. Bunların etkinliğinin kaynağı niceliksel değildir. Toplumu yönlendirme konusunda her türlü ideolojik araca sahiptirler. Unutulmamalıdır, liberal sol sahibinin sesidir ve sahipleri de mevcut düzenin sahipleridir.

(*) Liberal solun 2010 referandumundaki “Yetmez ama evet” operasyonunun daha öncesinde yaptığı 2007 seçim operasyonu unutulmamalıdır. “Meclise Ufuk gerek” sloganıyla bağımsız milletvekili seçilen Ufuk Uras Meclis’teki çalışmalarıyla hiç de bağımsız olmadığını, tam tersine AKP’ye oldukça bağımlı olduğunu fazlasıyla göstermiştir. Bu tablo başka bir açıdan da okunmalıdır: Yıllarca kıyıda kenarda kalmış ve 2007 seçimleriyle ilk defa Meclis’te tekrar sosyalistlerin olacağına inanmış onbinlerce insanımız bir kez daha yenilgi psikolojisine sokulmuş, mücadeleyle sıcak bağ kurmaları engellenmiştir.