Başkanlık ve özerklik

Başkanlık ve özerklik tartışmalarının değerlendirildiği köşe yazısı

Daha öncelerde de üzerine çok yazılıp çizilen bu konular önümüzdeki günlerde çok fazla tartışılacak gibi görünüyor.

Öncelikle birkaç doğrunun altını çizmemiz gerekli. Türkiye’nin geleceğinde ne şekilde olursa olsun yer alacak bir başkanlık modeli adlı adınca diktatörlüktür. Daha doğrusu ülkemizdeki sömürü düzeni ve sermaye diktatörlüğünün en yalın halidir. Çok kaba bir değerlendirme olduğunu düşünebilirsiniz ama hayatın gerçeği bu.

Bununla ilgili şöyle sebepler sunabiliriz.

Türkiye kapitalizmi, geçmişten bugüne olan yolculuğu ve geleceğe bakışında bu yaklaşımın dışına biraz zor çıkar. Dolayısıyla başkanlık tartışması bir yandan tek kişinin bir hırsı gibi görünmekle birlikte, diğer taraftan Türkiye sermaye sınıfının da içine girmek zorunda olduğu başlıklardan bir tanesidir.

Böylesi bir yapısal değişikliğin yapılabilmesi için kesin olarak Anayasal bir dönüşüme ihtiyaç duyulacaktır. Bunlar da çok tartışıldı. Yeni bir tür yetmez ama evetçiliğin gündeme geleceğini herkes biliyor.

Ülkemizdeki düzen yanlısı güçlerden hiçbir tanesinin sermaye diktatörlüğünün bayağı saf hali olan bu yapılanma süreci ile cepheden kavga verme gündemi ve niyeti olmayacaktır. Göstermelik olarak tartışabilirler, arada sorun çıkartabilirler ya da toplumu hareketsiz kılmak için bu tartışmalara demokratik kılıflar uydurabilirler. Ama gemi bir şekilde yürüyecektir.

Dünya üzerinde sosyalizmin yapısal olarak büyük bir ağırlık oluşturmadığı bir dönemde kapitalistlerden, sömürücü sınıflardan ve emperyalist güçlerden, göstermelik de olsa işçi sınıfının lehine bazı adımlar atmasını beklemek gerçekten büyük bir saflık oluyor. Durum böyleyse, solun düzenin her türlü yönelimine karşı yapacağı çıkışlar ve emekçilerin cephesinden verilecek mücadele büyük bir değer kazanmaktadır. Zor ama değerli olan bu. Ve hatta uzun soluklu mücadele dönemlerinin sonrasında sömürülenlerin ve ezilenlerin üste çıkmasını sağlayacak şey de bu gibi görünmektedir.

Bu noktada Başkanlık ve yeni Anayasa’ya hayır demekle adım atmaya başlayabiliriz. Bunu demeden yol almak sol açısından imkansız olarak değerlendirilmelidir.

Ancak Türkiye toplumunun gündemine başta Tayyip Erdoğan tarafından sokularak ilerletilmeye çalışılan Başkanlık tartışması kendine yeni bir zemin yakalamış durumda. Onun da özerklik tartışması olduğu açık. Dolayısıyla karikatür gibi görülmesin ama sokaktaki vatandaş “ver başkanlığı al özerkliği” muhabbeti yapmaktadır. Türkiye’de yaşayan her insanın bir şekilde sözüne dikkat edeceğini düşünebileceğimiz Metin Akpınar’ın “başkanlık tartışılabiliyorsa öz yönetim de tartışılabilmeli” sözü de buraya denk düşmektedir. Bir sanatçının naif ve insani bir yaklaşımı diyebilirsiniz. Doğrudur ancak başkanlığı meşrulaştırdığı için bir o kadar da tehlikeli bir söylem olduğunu dile getirmek gerekli.

Başkanlık ve özerklik tartışmasını aynı düzlemde ele almak, eninde sonunda her türden liberallerin ve milliyetçilerin buluşacağı nokta olacaktır.

Bunu gözden kaçırmayalım. Tayyip Erdoğan’ın “dokunulmazlıkları kaldırırım ha” tehdidi bu yüzdendir. Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Leyla Zana’nın yıllar önce meclisin kapısında derdest edilmesine yapılan atıflar bundandır. Her türden liberallerin “gelin demokratik zeminde tartışalım” diye ağlaşmaları tam da bu sebepledir. Son olarak Selahattin Demirtaş’ın Tayyip Erdoğan’ın istediği başkanlık ile diğer başkanlık modelleri arasındaki farka işaret etmesi de bu şekilde değerlendirilebilir.

Seni başkan yaptırmayacağız denilerek başlayan yolculuk zor ve engebeli bir sürece girmiştir.

Başkanlık ve özerklik başlıklarının karşılıklı tartışılarak demokratik bir çözüme ulaşılabileceğine dair olan düşünce ya da mücadele süreci Türkiye emekçi halklarının kurtuluş mücadelesinde ne yazık ki bir yere oturmamaktadır. Dolayısıyla engebeler aşılamayacak muhtemelen uzlaşma kapıları açılacaktır.

Aslolan ise emekçilerin sermaye diktatörlüğüne karşı, sömürüye ve emperyalizme karşı verecekleri, tam da bu saiklerle birlikte başkanlık sistemini (ve bunun uzantısı olarak Tayyip Erdoğan’ı) reddedecekleri bir mücadele cephesinin açılmasıdır.

Solun görevi tam da bu noktada belirginleşmekte ve yakıcı hale gelmektedir.