"Babalar gibi satanın" sonu

Yazarımız Irmak Ildır Türkiye'nin son on beş yılındaki özelleştirmeleri, sosyal devletin tasfiyesini ve bunların işçi sınıfına nasıl bir düşmanlıkla ve kimler tarafından yapıldığını yazdı.

Yalnızlık duygusu çoğu zaman insanın içini kemirir durur. Sadece tek başına kalındığında değil, bazen de kalabalıkların içinde bastırır bu duygu. Sosyal bir varlık olan insanın yalnızlık duygusuyla baş başa kalması gerçekten zordur.

Bazen de bu duygu bir duruma dönüşür ve insanın karşısına dikilir. Çok başarılı ya da başarısız olmanız, daha önce öne çıkıp çıkmamanız ve hatta ülke yönetiminde bulunup bulunmamanız bile önemli değildir. Bir anda dikiliverir karşınıza ve sarsar sizi. “Tek başına ölmek” ise sadece bir durum değil, aynı zamanda konumunuzla da alakalıdır. İnsanların sizi “iyi bir biçimde” anmaması sanırım bu durumun önünü açıyor.

Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Tarık Akan’ın hayatını kaybederken yanında kimler vardı bilemeyiz ama “tek başına” kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer yandan, AKP’nin ilk dönemlerinde Maliye Bakanı olarak görev alan, daha sonra hastalığı nedeniyle “aktif siyasete” ara veren Kemal Unakıtan’ın dün hayatını kaybetmesi tam tersi düşüncelere kapılmamıza yol açtı. Unakıtan’ın eşi, dostu, hısımı, akrabası, “dava arkadaşları” kendisine bir “defin programı” hazırladıklarını açıklarken, Unakıtan kalabalıklar içinde yalnız bir biçimde hayatını kaybetti.

Niyetimiz bir tür “vurun abalıya” hesabı arkadan konuşmak değil, niyetimiz iki durum arasındaki farkı ortaya koyabilmek. İki durum arasındaki farkı ortaya çıkaran etmen Unakıtan’ın “babalar gibi satmak” vecizesinde saklı. Siyasi tarihimize “babalar gibi satmanın” yanı sıra “pırlanta gibi vergi uygulamasıyla” da anılacak olan Unakıtan, aynı zamanda “mısır ithalatı” konusunda da ünüyle hatırlanacak. Elbette milyonlarca liralık yolsuzluk iddiaları ve özelleştirme talanıyla beraber…

Maliye Bakanlığı dönemi boyunca sık sık özelleştirmeler ile gündeme gelen, “TEKEL’i babalar gibi satarım” vecizesiyle dünya görüşünün hakkını veren Unakıtan’ın Maliye Bakanlığı dönemi gerçekten de satışla geçti. 2003 yılında TEKEL’in özelleştirme süreciyle ilgili verdiği röportajda özelleştirmenin gelir getirici ve büyümeyi teşvik edici olacağını savunan Unakıtan, özelleştirmelerin “yatırımları hızlandıracağını” da iddia etti.

Gerçekten de altı yıllık Maliye Bakanlığı döneminde TEKEL, Tüpraş, SEKA vb… kurumlar hızla tasfiye edilirken, 30 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirildi. [1] 14 yıllık AKP iktidarı boyunca 64 milyar dolarlık bir özelleştirme gerçekleştirilirken, Unakıtan’ın yerine gelen Mehmet Şimşek’te rekor düzeyde özelleştirmeye başvurdu.

* * *

Unakıtan’ın icraatlarını tek tek anlatarak uzatmamak lazım. Özal tipi siyasetçinin AKP’lileşmiş versiyonuydu kendisi. Ancak kim gelirse gelin özelleştirmenin bir “devlet politikası” formuna kavuşması neo-liberal sermaye birikiminin de temellerinden birini oluşturuyor. Özelleştirmeler yoluyla maliye politikaları düzenlenmiyor, aynı zamanda büyük bir kaynak aktarımının da yolu açılıyor. Özelleştirmenin altında yatan mantık toplumun öyle ya da böyle biriktirdiği ekonomik varlıkların sermaye sınıfına açılması var. Özelleştirme her anlamıyla emek ile sermaye arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor.

Yıllar boyu süren bu döngüyle iki sonuç elde edildi. Birinci olarak ekonomik karar alma süreçlerinde kamunun belirleyiciliği yalnızca para ve maliye politikalarına indirgenmiş oldu. Böylece bölgesel eşitsizlikler, sermayenin tekelleşme eğilimi ve ekonominin bağımlı yapısı artmış oldu. Bu bağımlı yapı Türkiye için “sanayisizleşme” anlamına gelen bir çıktıyı içeriyor. TEKEL’in, SEKA’nın, SEK’in başına gelenler özelleştirmenin yeni yatırımların önünü açtığı ve istihdam sağladığı tezini çökertmiştir.

İkinci olarak ise kamu kesiminde yer alan ve görece sosyal hakları olan işçiler tamamen devre dışı kalmış oldu. Lokomotif sektörlerde kamunun belirleyiciliği devre dışı kalınca taşeron çalışmanın önü de açıldı. Bu durumun doğal çıktısı olarak işçi sınıfının örgütlülük düzeyinin daha da gerilerken, özelleştirmeler bu durumun hızlanmasına neden oldu.[2]

Tüm bu siyasal hamleler aynı zamanda bugünkü bağımlı ve kırılganlığa açık ekonomi tablosunu da oluştururken, Kemal Unakıtan’ın bu sürecin mimarlarından biri olduğu gerçeği asla değişmeyecek. Özelleştirmenin sonuçları itibariyle işçi sınıfının ve toplumun kazanımları gerilerken, tüm bu ekonomi politikalarından geriye rant ve yolsuzluk ekonomisi kaldı.

Unakıtan’dan devralınan miras bugün daha da ileri götürülürken, işçi sınıfının önüne koyulan kıdem tazminatının kaldırılması ve “kiralık işçilik” uygulaması dünkü özelleştirme furyasının doğal bir uzantısıdır. Bugün sermaye birikimi açısından kârlılığın devamlılığı ve ekonomik dokunun korunması için artık tek başına kamusal varlıkların talanı yeterli değil. Aynı zamanda “işgücü piyasaları” adı verilen emek-sermaye ilişkileri de yeniden düzenlenmek ve sermaye lehine yeni uygulamalar getirilmek zorunda. Farklı ekonomi politikalarının sonucu bu sürecin önü açılırken, bugün sendikal yapıların etkisizliği ve ataleti dünkü özelleştirme furyasına karşı konulamamasıyla da alakalıdır.

Bütün bunlar sadece 15 yıllık bir zaman diliminin bize yaşattıkları. Maliye Bakanlığı döneminde kamusal olan ne varsa satıp savan, ülke ekonomisinin bağımlı ve eşitsiz halini derinleştiren Kemal Unakıtan’ın bu uğursuz rolü asla unutulmayacak.

Ülkenin tüm toplumsal zenginliklerini satıp savanlar için böylesi bir anılma hüzünlü bir sonun tecelli etmesinden başka bir şey değil. Öte yandan, tüm olumsuzlukların defedilmesi ise ne yakınıp dövünmekten, ne de uzaktaki, bilinmeyen güzel ülkeye duyulan hasretten geçer. [3] Toplumsal hafıza ve istekler, ancak örgütlü, bütünlüklü bir bakış açısı hakim kılınırsa başarıya ulaşabilir.

Dün başaramadığımız bu hedefti ama yarın başaracağımız da gene bu hedef olacak…
[1] Türkiye’de Özelleştirme, ÖİB Raporu, 2016, s.36

[2] Aziz Çelik, Sendikasızlaştırma İstatistikleri, 29 Ocak 2013, http://t24.com.tr/yazarlar/bilinmeyen/sendikasizlastirma-istatistikleri,6172

[3] Ünlü yazar Puşkin’in “Yüzbaşı’nın Kızı” adlı kitabında geçen “Bilinmeyen Ülke” adlı şiir. Şiir Puşkin’in deyimiyle “eski bir halk türküsü” olarak belirtilmiş. Sanırım birçokları için de eski bir duygudan ibaret bu hasret.