Ankara: Bir toplum, kent ve mimarlık öyküsü-I

“Devrim ve Yeni Mimarlık Politikası” başlığı altında mimarlık ve etkileşime girdiği toplum bilimleri üzerine çeşitli gözlemler, veriler, toplum belleğinde yer edinmiş kimi bilgiler paylaşmış, sonrasında ise mimarlığın ve sanatın toplumlara yön verebilecek bir pratik olduğu üzerine kimi tezler ortaya koymaya çalışmıştık.

Ankara: Bir toplum, kent ve mimarlık öyküsü-I

Manifesto okuyucuları hatırlayacaktır; “Devrim ve Yeni Mimarlık Politikası” başlığı altında mimarlık ve etkileşime girdiği toplum bilimleri üzerine çeşitli gözlemler, veriler, toplum belleğinde yer edinmiş kimi bilgiler paylaşmış, sonrasında ise mimarlığın ve sanatın toplumlara yön verebilecek bir pratik olduğu üzerine kimi tezler ortaya koymaya çalışmıştık. Canlının olduğu her yerde bir “mekân” olduğu verisinden yola çıktığımızda da içinde, yaşamın ve işlevlerin gerçekleştiği her yerde, doğrudan ya da dolaylı olarak “mimarlık” ile iç-içe olduğumuza vurgu yapmaya çalışmıştık. Tam da bu nedenle, birbirlerinden çok uzak gibi görünen ancak mimarlık üretimi bağlamında bir o kadar da sıkı bağlar ile bağlı olan konular üzerine çeşitli düşünce ve çıkarımlarımızı paylaşmıştık.

Resimden müziğe, arkeolojiden heykele/yontuya, üretimden sınıfa, tarihten devrime uzanan geniş bir ilişki ağı içerisinde; sahip olduğu dokunma yüzeyi nedeniyle mimarlığın önemi yadsınamayacak kadar büyük.Yerleşik yaşama geçilmesi ve ardından özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla, çeşitli gereksinimler; mülk sahiplerinin gereksinim ve istekleri doğrultusunda da “tanımlı bir sorunu çözmeye yönelik” olarak “mimarlık” düşüncesi ortaya çıkmıştır. Yaşamın her alanına meslekî yönden etkide bulunabilecek mimarlara ve yapıcılara, tam da bu nedenden dolayı atfedilen – piyasacılığın getirdiği ve topluma da bu biçimde dayattığı – “tanrısal mimar” algısına geçit vermemek ön-koşuluyla; mimarlık – kent – toplum ilişkisinin ne denli önemli olduğuna biraz değinmek gerekiyor.

Somut ve bilimsel bir üretim olmasının yanı sıra, sanat ve temsil biçimleriyle kurduğu ilişki nedeniyle, mimarlık ve sembolizm (simgesellik) arasındaki etkileşim oldukça güçlüdür. Tekil mekândan çoklu mekâna, kente, başkente ve koskoca bir yurdun, bir toplumun yeniden var-oluşuna kadar giden süreçte söz konusu simgesellik ve dolayısıyla da mimarlık, çoklu bir üretim sürecinin başa yazılması gereken kavramlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Sorulabilecek ve sorulması da gereken pek çok soru olduğu açıkça ortada. Konumuz gereği, bu sorulara, altı ayda üç katliam yaşayan Ankara’nın tarihsel oluşum sürecindeki etkenler üzerinden yanıt üretmeye çalışacağız. Ankara kentini, “Başkent” ve siyasî iktidar anlamındaki kişileştirme ile “Ankara” yapanve bugün birçok boyutuyla tartışmamıza neden olan karmaşık ilişki ağlarını çözümlemek üzere kılavuz sözcüklerimiz üzerindençerçevemizi belirleyelim:

Mimarlık,temsiliyet, simgesellik, ideoloji,kent, başkent, yurt, ülke…

“İnşaat yapısıyla mimarlık yapısı arasındaki ayrım nedir?”diye sorarak başlarsak; yüzeysel bir yanıt da olsa aradaki en önemli ayrımın temsiliyet bağlamında taşınan “anlam”larolduğunu söyleyebiliriz. Geometri anlamına gelen “hendese” sözcüğünden türeyen ve “geometri bilen, uygulayan kişi” olan “mühendis”, matematiksel ve fiziksel kuralları kullanarak bilgisinin olduğu uzmanlık alanında etkinlikte bulunur. Mimar ile mühendisi ayıran ve mimarlığı,zanaatin ötesine taşıyarak sanat ve estetikle bir araya getiren de, bilimsel ve teknik uygulamalara ek olarak, yaratılmak istenen etki ve/veya geçmişten süregelen edimlerin simgelediği anlamlardır. Yapı elemanlarıyla, materyalleriyle, figüratif “biçim”ler ile ve daha pek çok yollayaratılabilecek etkiler ve verilmeye çalışılan bu anlamlar, temsil öğelerinin tanınırlıklarıyla birlikte düşünülür. Bu yönden bakıldığında herhangi biçimsel öğelerin kullanımları da yinelendiği ölçüde bir “akım” ya da “biçem”e dönüşür. Sorun şuradadır ki; “kullanıcı gereksinimleri”ni çözmek üzere üretilmesi öngörülen mimari tasarım, sermaye düzeni sınırlarında kapitalist bir üretim olmaktan öteye gidemez. Düzeni karşısına almayan her edim, düzenin sürdürülmesine yarayacağından dolayı, mimarlığın ve yapıcılık kültürünün en önemli kavramlarından “işlev” üzerinde günümüzde neredeyse hiç durulmaz. Öte yandan sınıf savaşımlarında üretim ilişkilerinin mekânsal örgütlenmesi, başlıca tartışma konusu olarak okunmalıdır. Üretim ilişkilerini tanımlayacak mekânlarda “işlev” üzerinden “anlam” yüklemesi yapılmıyorsa, orada mimarlık üretiminin de ne ölçüde yapıldığını ayrıca sorgulamak gerekir.

Bu noktaya kadar sözünü ettiğimiz anlamların nasıl “temsil” edildiği, “yaratıcılık” olarak anılan türetme becerisiyleilişkili olduğundan öznel bir tasarım sorunsalıdır. Bu öznellik, belirli ilkeler çerçevesinde ele alındığında ise nesnelleşmeye başlar. Durağan bir “öğe – anlam” eşitliği bulunamayacak olmakla birlikte, tasarım sürecinin her aşamasında “ne?” ve “nasıl?” sorularının peşi sıra kullanılması gerektiğini de söylemek gerekir. Daha önce sözünü ettiğimiz; mekân örgütlenmesi üzerinden yeni bir üretim ilişkisi ve yeni bir düzen yaratmak ise fazlasıyla olanaklıdır. Uzun süreçler boyunca tekrar edilen ve “akım” ya da “biçem”e dönüşen söz konusu biçimsel öğeler ise, işlevlere ve üretim ilişkilerine herhangi bir etkide bulunmadığından, sınıfsal bir değişimi değil, ancak yönetsel bir değişimi simgeler. Mimarlığı ve taşıdığı, simgelediği anlamları Marksist bir yaklaşımla özetleyecek olursak da, ancak burjuva devrimlerinde görülecek düzen değişikliklerinde simgesel anlatımlar bir akım niteliğinde tekrar edilir. Bu çıkarımı iki-yönlü bir bakışla bir adım daha ileriye götürecek olursak, mimarlık üretiminin değişmesinin bir düzen değişikliğini öncelediğini ve bununla birlikte, düzen değişikliklerinin de yine mimarlık üretimiyle pekiştirilmek istendiği söylenebilir.

Her yenitoplumsal düzen; soyut ve somut yeni bir “yapılaşma” gerektirir. Bu yapılaşma, kurumsal/tüzel örgütlenmeleriyle bir devlet yapısı olduğu kadar; siyasî iktidarın “temsil” edilerek yönetimin merkezîleştiği ve düzenle özdeşleştirilen bir “mekân örgütlenmesi” olan “Başkent” yapısı/yapıları için de geçerlidir.

2.TBMM

II.TBMM

Bundan dolayıdır ki, yeni bir “düzen”in inşa süreci ile yeni bir “başkent”in inşa sürecibirbirleriyle eşgüdümlüdür. Tarih çizgisi üzerindeki sıralaması değişken olmakla birlikte; iki olgu birbirini tamamlayıp tanımlar nitelikte olduğundan genellikle biri diğerini izler. Devrimlerin gerçekleştiği “ikili iktidar” dönemleri, aynı zamanda “ikili mekân” dönemleridir de. İçinde olunan genel duruma bağlı olarak, kimi zaman koşulların getirisi olarak seçilmiş bir yönetim merkezinde yeni yönetim ilân edilir, kimi zaman da yeni yönetimin ilân edilmesinin ardından yeni bir yönetim merkezi, yeni bir başkent seçilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki İstanbul-Ankara ikiliği tam da böyledir. Osmanlı İmparatorluğu’na uzun yıllar başkentlik yapmış olan İstanbul’a karşı anti-emperyalist Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in inşa sürecinin merkezi Ankaraolmuş, 13 Ekim 1923’te kent, “yeni düzenin başkenti” olarak kabul edilmiş, 29 Ekim 1923’te ise “yeni düzenin adı” konmuştur.

Yeni Ulus’un inşa sürecinde Mimarlık

ulus

Cumhuriyet Ankarası’nda planlanan yeni yerleşim: Ulus

Çok-uluslu Osmanlı Devleti’nin varlığının sonlanmasıyla birlikte, ulus-devlet temelli Cumhuriyet’in inşa süreci başlamış, ulus-devlet kendi ulusunu yaratmaya yolunda birçok alanda adım atmıştır. “CumhuriyetTürkiyesi”nin kurulması sürecinde mimarlık ve simgesellik de önemli yer tutmuştur. Tarihî Ankara Kalesinin altında yerleşim alanı olarak kurgulanan ve bugün Altındağ ilçe sınırlarında yer alan bölgeye “Ulus” adı verilmesi ve kamu yapılarının burada konumlanmasıyla, “Yeni Ulusun inşası” anlamı vurgulanmaya çalışılmıştır.

ulus (2)

Ulus Meydanı ve Türkiye İş Bankası

“Yeni Ulus’un inşa süreci”nde, Osmanlı’nın son dönemlerinde önemli yapıtlar ortaya koymuş olan önemli mimarları anmadan geçemeyiz: Birincisi, Mimar Kemaleddin Bey (1870-1927); ikincisi Mehmet Vedat Tek (1873-1942) ve üçüncüsü de GiulioMongeri’dir. Hatırlayanlar; Cumhuriyet Döneminin ilk mimarlık ürünlerinin ortaya konduğu “(Birinci) Ulusal Mimarlık Dönemi”nin öncüleri olduklarını anımsayacaklardır.* Bu mimarların ve sözünü ettiğimiz biçimsel anlatımların sıklıkla yinelendiği “Ulus Yapıları”ndan en önemlilerini anımsayalım:

  • 2’nci TBMM (Vedat Tek, 1924),
  • Osmanlı Bankası Merkez Şubesi (GiulioMongeri, 1926),
  • Ankara Palas (Kemaleddin Bey – Vedat Tek, 1927),
  • Vakıf Apartmanı (Kemaleddin Bey, 1927),
  • Tekel Genel Müdürlüğü (GiulioMongeri, 1928),
  • Türkiye İş Bankası (GiulioMongeri, 1929),
  • Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü(GiulioMongeri, 1929),
  • Gazi İlk Muallim Mektebi (Kemaleddin Bey, 1930; bugünkü Gazi Üniversitesi Rektörlüğü),

Fizik-mekânda gerçekleşen bir üretim olması nedeniyle “özgün(unique)” olan mimarlık üretimini özgün kılan öğelerden biri de, yapı eleman ve materyalleri arasındaki kavramsal ilişkidir. Sözgelimi, Ulus Yapılarının belirgin özellikleri, Selçuklu ve Osmanlı’dan beri süregelen ve biçim adlarıyla anılan taşıyıcılarla birlikte yerel ve doğal malzemelerin kullanılmasıdır.

vakif-apartmani-DT

İçinde “Küçük Tiyatro” ile tasarlanan Vakıf Apartmanı

Büyük Selçuklu Devleti’nin neredeyse bütün Ortadoğu’ya yaygınlaştırdığı ve Osmanlı’nın da gelişme döneminde sıklıkla kullandığı “taç kemer” biçimi, bezemelerinden arındırılıp sadeleştirilerek Ulusal Mimarlık Dönemi’nin belirgin öğelerinden biri durumuna gelmiştir. Materyal bağlamında belirtilmesi gereken bir başka simge “Ankara taşı” olarak bilinen doğal “andezit”inbaşta kamu yapıları olmak üzere, dönemin mimarları tarafından tasarlanan sivil yapılarda da neredeyse istisnasız kullanılmasıdır. Doğal taşların dayanıklı ve uzun ömürlü olması, “devletin bekası”nı simgelerken, devlete vurgu yapan başka anlatımlardan da söz etmek gerekir: “Eşitlik” ilkesini simgeleyen “simetri” ve “merkeziyetçilik” ilkesini simgeleyen “merkezî plan” anlayışı bu anlatımlara örnek olarak verilebilir.

ankara-palas-2

Ankara Vakıf Oteli (Ankara Palas)

Burjuva devrimlerinin “yukarıdan aşağıya” inen karakteristiğine uygun olarak, kamu yapılarında da tekrar edilerek “toplum bilincinin biçimlenmesi”ne etkide bulunmayıamaçlayan kavramsal yaklaşımlardan en önemlisi, “merkeziyetçilik” anlayışına paralel olarak “otorite”dir. Tamamı simetrik planlı olan bu yapıların simetri ekseninde, uç bölümlere oranla daha büyük ve “taç kapı” ile kurgulanmış bir giriş bulunur: Merkezde devlet otoritesi vardır ve bu otoriteye ulaşmak öyle kolay değildir, merdivenleri tek tek, adım adım tırmanmak gerekmektedir.

* * *

Ulus Yapıları ve mimarlığın simgesel anlatımları üzerine söylenecekler bunlarla sınırlı değildir. Öncesi ve sonrasıyla ele alınması gereken “Ankara”ya, yazımızın başında belirttiğimiz gibi, “Tekil mekândan kentsel mekâna” bir giriş yapmış olduk. “Kente, başkente ve koskoca bir yurdun, bir toplumun yeniden var-oluşuna kadar giden”, Cumhuriyet tarihinde tekrar eden benzer süreçleri ise sonraki yazımızda ele alacağız.

* * *

*: http://gazetemanifesto.com/2015/10/27/devrim-yeni-mimarlik-politikasi-iii/