ABD seçimlerine giderken...

Dünyanın en büyük ya da en azından en göz önündeki reklam kampanyası olan Amerikan Başkanlık seçimleri tarihinin en “renkli” adayları ile bu yıl muhtemelen daha fazla ilgi görecek.

ABD seçimlerine giderken...

Emperyalizmin kalesi Amerika Birleşik Devletleri 8 Kasım’da 45. Başkanı’nı seçecek. Aynı zamanda, dünyanın en büyük ya da en azından en göz önündeki reklam kampanyası olan Amerikan Başkanlık seçimleri tarihinin en “renkli” adayları ile bu yıl muhtemelen daha fazla ilgi görecek.

Cumhuriyetçi Parti aday adayları arasında yer alan milyarder şovmen patron Donald Trump, kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Vermont Senatörü Bernie Sanders ve muhtemelen ABD’nin ilk kadın Başkanı olacak ancak hakkında gizli belgeleri sızdırmak suçlamasıyla Federal Soruşturma Bürosu (FBI) tarafından bir soruşturma yürütülen Hillary Clinton bu adayların en öne çıkanları.

“Hür dünya”nın bu önemli seçimlerine giderken öncelikle seçim sistemi ve tarihini kısa notlarla hatırlayıp devamında her gün sansasyonel yönleriyle medyaya da yansıyan seçimlerdeki siyasi gündemleri, tartışmaları ve genel bir değerlendirmeyi paylaşmak, böylece ABD’deki siyasi atmosferi de özetleyebilmek daha bütünlüklü ve yerinde olacaktır.

Electoral_College_2016

Her eyalette belirlenecek seçicilerin sayısı

Başkan nasıl seçiliyor?

ABD Başkanlık seçimlerinin iki aşamalı olduğunu ve yurttaşların 8 Kasım’da esas olarak Başkan olacak kişiyi değil Başkanı belirleyecek adayların delegelerinden oluşan “Seçiciler Kurulu”nu seçeceklerini söylemek gerekiyor. Seçmenler Kurulu, 50 eyalet ve başkent Washington’dan seçilen toplam 538 kişiden oluşuyor. Kurul, ikişer “seçici”nin eyalet genelindeki çoğunluk oyuyla ve diğer “seçiciler”in ise Temsilciler Meclisi üyelerini belirleyen seçim çevrelerindeki çoğunluk oyuyla belirlendiği Maine ve Nebraska eyaletleri dışında tüm eyaletlerde ve başkent Washington’da o eyalette en çok oyu alan adayın tüm “seçiciler”i aldığı bir sistemle belirleniyor.

Eyaletlere bakıldığında Kaliforniya 55, Teksas 38, Florida ve New York 29’ar, Illinois ve Pennsylvania 20’şer, Ohio 18, Georgia ve Michigan 16’şar, Kuzey Karolina 15 ve New Jersey 14 seçici ile seçicilerin yarısından fazlasına karşılık gelen ve aynı zamanda başkan seçilmek için de gereken 270 seçiciyi belirlerken kalan 39 eyalet ve başkent Washington ise kalan 268 seçici belirliyor.

Bu sistem nedeniyle ülke genelinde en çok oyu alan adayın seçilememe ihtimali de bulunuyor. Hatta son olarak 2000 yılında yapılan seçimlerde Cumhuriyetçilerin adayı George W. Bush’dan daha fazla oy almasına rağmen Demokratların adayı Al Gore, elde ettiği 266 seçiciye karşılık 271 seçici kazanan Bush ABD Başkanı olmuştu. Benzer durumlar ise daha önce sadece 1876 ve 1888’de gerçekleşmişti.

Öte yandan yine bu seçim sistemi seçicilerin farklı oy kullanmasına da açık sayılabilir. Ancak “sadakatsiz seçici” denilen bu durum şimdiye kadar hiçbir seçim sonucunu değiştirmezken 29 eyalet ve başkent Washington tarafından ise yasaklanmış durumda.

110106_voters_reut_605Başkanlık seçimleri tarihinden notlar

ABD’nin kurucusu George Washington’ın seçildiği ilk iki seçimden sonra 1904 yılına kadar farklı isimli partilerle yaşanan seçimlere rağmen ABD’deki politik sistem hep iki partili oldu. Zaman zaman ortaya çıkan bağımsız ya da partili güçlü adaylara rağmen sonuç her zaman iki parti arasında belirlendi. 1904’ten beri ise bu iki partili sistemin bir tarafında Cumhuriyetçi Parti diğer tarafında ise Demokrat Parti bulunuyor.

Bu iki partinin bugün edindikleri ideolojik konum ise 20. yüzyılın ilk yarısında ve özellikle iki Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemde bir anlamda tersine dönmüş oldu ve bugünkü halini kesin olarak almış oldu. Köleliğe ve büyük toprak sahipliğine karşı çıkan özgürlükçü Cumhuriyetçiler 1896’dan itibaren büyük sermayenin partisine dönüştü.

Öte yandan, Demokrat Parti Woodrow Wilson ile başlayan bir süreçte Franklin D. Roosevelt’in “Yeni Düzen” politikalarıyla klasik liberal bir partiden sosyal liberal bir partiye dönüştü. “Yeni Düzen” politikaları sermayeyi partiden uzaklaştırırken güney eyaletlerindeki Katolikler ve Evanjelik Protestanlar da 1960’lardan 1990’lara gelindiğinde artık tamamen Cumhuriyetçi Parti’ye kaydı.

Seçim haritasındaki değişim

Seçim haritasındaki değişim. Maviler Demokratların ve kırmızılar Cumhuriyetçilerin birinci oldukları eyaletleri gösteriyor. 1952 ve 1956’da Dwight Eisenhower gibi bir savaş kahramanına karşı bile güneydoğu eyaletlerini kazanan Demokratlar, Ronald Reagan’dan sonra bu eyaletlerde sadece eski Arkansas Valisi olan Bill Clinton ile kısmen varlık gösterebildiler.

Bugün, Demokrat Parti’nin oy tabanı üniversite mezunu meslek sahipleri, akademisyenler ve entelektüeller, gençler, kadınlar, LGBTİ, sendikalılar, son dönemde beyazlar arasındaki desteği azalsa da işçi sınıfı, laikler ile Afrikalı ve Latinler başta olmak üzere etnik azınlık statüsündeki Amerikalılardan oluşuyor denilebilir.

Buna karşın, Cumhuriyetçi Parti’nin ise desteğini büyük sermaye, küçük ve orta ölçekli işletme sahipleri, daha yüksek gelirliler, daha az eğitimliler, kırsal bölgelerde yaşayanlar, beyazlar, köktendinci Hristiyanlar da dahil olmak üzere dindarlar ile etnik azınlıklar içerisinde özellikle Küba, Kore, Çin ve Vietnam gibi komünist ülkelerden gelen Amerikalılardan aldığı görülüyor.

ABD medyasının bahis heyecanı: Salıncak Eyaletler

ABD seçimlerinde pek çok eyalet demografik özellikleriyle iki partiden birinin seçimleri rahatlıkla kazanabileceği bir durumda olmakla birlikte bazı eyaletlerde seçimlerin kazanılması için olağanüstü kampanyalar düzenleniyor. Bazı eyaletlere hiç gitmeyen başkan adayları neredeyse haftalık olarak bu eyaletleri ziyaret ediyor ve kampanya harcamalarının neredeyse tamamı bu eyaletlerde yapılıyor.

2016 seçimlerinde, “salıncak eyaletler” denilen bu eyaletlerin 18 seçici ile Ohio, 9 seçici ile Colorado, 6 seçici ile Iowa, 6 seçici ile Nevada, 4 seçici ile New Hampshire, 13 seçici ile Virginia ve 29 seçici ile Florida oluşacağı öngörülüyor. 2012’de bu eyaletlerin tamamını Barack Obama kazanmıştı. Ancak bunu ancak yüzde 1 ile yüzde 6 arasında değişen görece küçük farklarla yapabilmişti.

2016: Bir başkanlık macerası

Cumhuriyetçi Parti de Demokrat Parti de başkanlık seçimindeki adaylarını delegelerin katıldığı ulusal kongrelerde yaptıkları seçimlerle belirliyorlar. Bu kongreye katılacak delegeler her eyalette yapılan bizdeki eğilim yoklamalarına yakın parti etkinlikleri ya da ön seçimlerle belirleniyor. Şu ana kadar sadece Iowa ve New Hampshire eyaletlerinde delegeler belirlenmiş oldu. Seçilen bu delegelerin yanı sıra ABD Kongresi üyeleri gibi doğal delegeler de bu ulusal kongrelerde oy kullanacak. Demokrat Parti adayı olabilmek için 4.763 delegeden 2.382’sinin ve Cumhuriyetçi Parti adayı olabilmek için 2.472 delegeden 1.237’sinin oyunu alması gerekecek.

Democrat Button - White and BlueDemokratlar: İlk kadın başkan adayı mı ilk “demokratik sosyalist” başkan adayı mı?

Demokrat Parti’de başkanlık adaylığı için Hillary Clinton ve Bernie Sanders yarışıyor. Başkaları da adaylıklarını açıklasa da bunlar ulusal düzeye çıkmadan ya da ön seçimler başlamadan adaylıktan çekildiler.

Geride kalan üç eyaletteki eğilim yoklaması ve ön seçimlerde Clinton iki eyalette (Iowa ile Nevada) ve Bernie Sanders bir eyalette (New Hampshire) önde çıktı. 3 eyalette 52’ye karşı 51 delegeyle önde olan Clinton’ın 712 doğal delege arasındaki desteği ise şu ana kadar 445’e karşı 18. Bu tablonun değişmeyeceği ve Demokratların adayının Hillary Clinton olacağı hemen herkes tarafından kabul ediliyor.

Bununla birlikte Demokrat Parti tarafında seçimin belirleyeninin Bernie Sanders’ın estirdiği “rüzgar” olduğunu söylemek gerekiyor.

2008’deki büyük “ipotek krizi” ile birlikte “Amerikan Rüyası”nın tamamen sonuna gelinmesiyle Amerikan “orta direği” de büyük bir çöküş yaşadı. Bunun öncesinde ABD sanayisinin daha fazla kar elde etmek için ücretlerin daha düşük olduğu ülkelere gitmesiyle önemli darbeler alan Amerikan işçi sınıfının ardından küçük ve orta ölçekli işletmelerin de gerilemesiyle Amerikan sisteminin “zenginlik vaadi”nin artık çok gerilerde kaldığı rahatlıkla söylenebilir.

Bu tablonun 2011’de gerçekleştirilen “Wall Street’i İşgal Et” (OWS-Occupy Wall Street) eylemleri ile ülkedeki zenginliğin yüzde 20’si ile 25’i arasındaki büyük dilimini alan yüzde 1 ile yüzde 99 arasındaki gelir dağılımı eşitsizliği ABD’nin siyasi gündemini uzun bir süredir meşgul ediyor.

Demokrat adaylar Hillary Clinton ve Bernie Sanders

Demokrat Parti adayları Hillary Clinton ve Bernie Sanders.

Bernie Sanders, bu siyasi zemine dayanarak Wall Street’e karşı “halkın adayı” olarak kampanyasını yürütüyor.

Sanders’ın kampanyasındaki en önemli vurgu kampanyaların finansmanına ilişkin. Her tartışmada ısrarla 3,5 milyon kişiden ortalama 27 dolar bağış topladığını söylerken gerek Demokrat Başkan Barack Obama ve başkan adayı Hillary Clinton gerekse Cumhuriyetçilerin adaylarını başta Wall Street, yani mali sermaye olmak üzere büyük sermayeden aldıkları yüklü bağışlar için suçlayıp “yüzde 1”in adayları olduklarına vurgu yapıyor.

Sanders’ın diğer bir önemli vurgusu ise politik süreçlere katılımın arttırılması. Bunu her ne kadar oy kullanmak ile sınırlandırsa da kampanyasının seçimlere katılımın yüksek olmasının seçimi Demokratların kazanacağı önermesinin genel olarak geçerli olması nedeniyle aynı zamanda Demokrat Parti’nin oy tabanını genişletmeyi amaçladığı da söylenebilir.

Vermont Senatörü’nün vaatleri ise ABD’nin duymaya pek alışık olmadığı türden şeyler. Sanders, sağlık hizmetlerinin bir hak olarak tanımlanmasını, üniversitenin parasız olmasını, saatlik 15 dolarlık asgari ücretin yasallaşmasını, sosyal güvenlik sisteminin genişletilmesini, “batırılamayacak kadar büyük” denip trilyonlarca dolarlık vergilerle kurtarılan bankaların bölünmesini, sağlık sigortası sisteminin devletleştirilmesini, polislerin uyguladıkları şiddet nedeniyle cezalandırılmasını ve bir ceza ve infaz sistemi reformunu savunuyor.

Belki ABD kamuoyu açısından daha kritik olan ise vergi mevzuatındaki boşlukları ve vergi indirimlerini ortadan kaldıracağını söylüyor. Yine Kuzey Amerika’yı kapsayan NAFTA’dan Pasifik ülkeleri arasında imzalanan TPP anlaşması gibi büyük serbest ticaret anlaşmalarına karşı çıkıyor. Bu anlaşmaların sadece büyük şirketlere yaradığını savunuyor. Dahası, küresel ısınmaya karşı alınacak tedbirlere ilişkin olarak imzalanan Paris Antlaşması’nı yetersiz gördüğünü söylüyor. Öte yandan Sanders, ekonomik canlanma için altyapı yatırımlarına ağırlık verilmesini de öneriyor.

Dış politikada ise ABD’nin dünya polisliğine soyunmasına karşı çıkarken, doğrudan askeri müdahaleler yerine ilgili bölgedeki güçleri desteklemekten ve en önemlisi ekonomik yaptırımlardan yana bir genel tavra sahip. Bu bağlamda NATO’nun genişletilmesine de karşı çıkıyor.

74 yaşındaki Sanders’ın Hillary Clinton ile tartışmalarında büyük bir karşıtlık olmadığını vurgulamak gerekiyor. Clinton, Sanders’ın söylediği pek çok şeyi çoğu kez daha piyasacı olan farklı mekanizmalarla ve belirli bir ölçek farklılığıyla ifade edip “gerçekçi” olmaktan dem vuruyor. Ama temel farklarının Clinton’ın mali ve büyük sermayeyle en ufak bir şekilde dahi olsa karşı karşıya gelmekten kaçınması diyebiliriz.

Clinton, 4 yıl boyunca kendisinin de doğrudan sorumlu olduğu Obama dış politikasını sürdürmekten bahsederken uluslararası ticaret anlaşmalarından yana tavır alıyor. Sosyal güvenlik, sağlık, eğitim gibi başlıklarda ise daha çok Obama yönetimince getirilen “Karşılanabilir Sağlık Yasası” ile düzenlenen ve “Obamacare” denen sağlık sistemini korumanın ötesinde özel bir vaatte bulunmuyor.

Öte yandan, Clinton asgari ücret düzenlemesi, sosyal güvenlik ve sağlık sisteminin devletleştirilmesi, bankaların bölünmesi, parasız üniversite eğitimi gibi başlıklara karşı çıkarken ABD’nin daha fazla askeri etkinliklerde bulunmasına yakın duruyor.

Kendisini “ilerici” olarak tanımlayan Hillary Clinton’a karşı kendisini “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan Bernie Sanders’ın beklenenden etkili olduğunu söylemek mümkün. Ancak bu yarışmanın ömrünün ve sonucunun, 1 Mart’ta belirlenecek 865 delegeyle birlikte belirleneceği söylenebilir.

boston tea partyBoston Çay Partisi, 1773’te Boston Limanı’na gelen gemilerdeki çayların karaya indirilmesine izin verilmeyerek denize döküldüğü protesto gösterisiydi. Britanya İmparatorluğu Doğu Hindistan Şirketi’ni iflas etmekten kurtarmak istemekle birlikte tartışma esas olarak Britanya’nın Amerikan kolonilerini dilediği gibi vergilendirmeye çalışmasıydı. Bu olaydan 2 yıl sonra Amerikan kolonilerini bağımsızlıkları için Britanya’ya karşı savaşmaya başlarken 1776’da da Amerika Birleşik Devletleri ilan edildi.

Çay Partisi gerçeği: Amerikan sermayesinin desteğinde gericilik

Bu noktada, 2009’dan bu yana Cumhuriyetçi Parti içerisinde etkili olan Çay Partisi Hareketi’nden de bahsetmek gerekiyor. Adını, Amerikan Devrimi’ne giden yolu açan Boston Çay Partisi olayından alan hareket ABD’de yüzde 10’luk bir tabana ulaşmış durumda.

Federal devletin küçültülmesi ve kamu borçlarının ile vergilerin azaltılması gibi taleplerle başlayan hareket muhafazakar, köktendinci Hristiyanlar ve tarihten gelen ırkçı siyasi gruplar ile ülkedeki sorunların nedeni olarak etnik azınlıkları gören beyazların etkinliğiyle bireysel silahlanmanın engellenmemesi, kürtajın yasaklanması, sosyal güvenlik ve evrensel sağlık sistemlerinin kaldırılması, eğitimde dinin daha etkin bir rol üstlenmesi ve göçmenlerle mücadele gibi başlıklarda gerici politikaları savunan bir hareket haline de gelmiş oldu.

tea party

Hareketin sloganlarından: “Üzerime basma”

Hareketin temel özelliği, Amerikan siyasetini esas olarak içinden doğduğu Amerikan aşırı sağının bayıldığı “komplo teorileri” çerçevesinde değerlendirmesi. Bu bağlamda, “Yönetici Elit”e karşı Cumhuriyetçi Parti içerisinde büyük sermaye gruplarıyla ilişkili olmadığını düşündükleri adayları destekliyorlar.

Ancak tarih kitapları biraz karıştırıldığında ilginç verilere ulaşmak imkanı oluyor. Cumhuriyetçi milyarder kardeşler David H. Koch ve Charles G. Koch tarafından 1984’te kurulan Güçlü Ekonomi İçin Yurttaşlar hareketinin, 2004’te Özgürlük Çalışmaları ve Refah İçin Amerikalılar Vakfı olarak ikiye ayrılmıştı. Bu iki kuruluş 2009’da ortaya çıkan Çay Partisi Hareketi’nin omurgasını oluşturuyor. Yani, Çay Partisi’nin esas olarak Amerikan aşırı sağının “büyük sermaye”ye karşı büyük sermayeyle birlikte kurduğu sihirli bir araç olduğunu söyleyebiliriz.

Hareket, ABD tarihinin ilk Afrikalı Amerikan başkanı Barack Obama’nın başkanlığı ile ortaya çıktı. 2010’da düşüşe geçen hareket 2012 seçimlerinde artık etkin bir güç olarak değerlendirilmiyordu. Ancak 2014’te Cumhuriyetçilerin Başkan adayı Mitt Romney’nin yardımcısı olarak bir Çay Partili olan Paul Ryan’ın belirlenmesiyle Cumhuriyetçi Parti içerisinde önemli bir ağırlığı temsil edebildiklerini gösterdiler.

RepublicanElephantSymbol_1.jpg344ac500-f380-4d0b-be81-9db8e1dcc81cOriginalCumhuriyetçiler: Çay Partisi kiminle kazanacak?

Cumhuriyetçi Parti’ye bakıldığında ise daha kalabalık bir yarış var. Ön seçimler başladığında toplam 12 adayla başlayan yarış bugün 5 adaya kadar sadeleşmiş oldu.

Eski Arkansas Valisi Mike Huckabee, Pennsylvania Senatörü Rick Santorum ve Kentucky Senatörü Rand Paul 1 Şubat’taki Iowa eğilim yoklamasından, Hewlett Packard bilgisayar şirketinin yöneticisi Carly Florina, New Jersey Valisi Chris Christie ve eski Virginia valisi Jim Gilmore 9 Şubat’taki New Hampshire ön seçimlerinden sonra ve bugüne kadar kampanyasında önemli bir kısmı Trump karşıtı reklamlara giden 85 milyon dolar harcamasına rağmen kendisini pek sevdiremeyen Bush ailesinden eski Florida Valisi Jeb Bush ise 20 Şubat’taki Güney Karolina ön seçimlerinden sonra yarıştan çekildiler.

Kalan adaylar ise bugüne kadar 82 delegelik kazanan milyarder Donald Trump, 17 delegelik kazanan Çay Partisi’nin liderlerinden Teksas Senatörü Ted Cruz, 16 delegelik kazanan Florida Senatörü Marco Rubio, 6 delegelik kazanan Ohio Valisi John Kasich ve 4 delegelik kazanan önemli bir sinir cerrahı olan Ben Carson. Çekilen adaylar ise toplamda 7 delegelik kazandılar.

Cumhuriyetçilerin kampanyasının ilgi çeken yönü, 2012’den sonra öne çıkan tüm adayların 16 Haziran 2015’te adaylığını açıklayan Donald Trump’ın gölgesinde kalmaya başlamış olmaları ve 2012-2014 arasında anketlerde önde gözüken Marco Rubio dışında herkesin bugün yarıştan çekilmiş olması.

Soldan sağa, Ben Carson, Marco Rubio, Donald Trump, Ted Cruz ve John Kasich Teksas'ta yapılan 10. tartışma programında

Soldan sağa, Ben Carson, Marco Rubio, Donald Trump, Ted Cruz ve John Kasich Teksas’ta yapılan 10. tartışma programında.

Cumhuriyetçilerin adayları arasında yer alan Trump, Carson ve Florina herhangi bir politik kariyerleri olmayan “dışardakiler” (outsiders) olarak dikkat çekici bir performans sergiliyorlar. Uzun yıllardır politikayla uğraşan diğer adaylara karşı buldukları yüksek destek ABD’nin politik magazin gündemini de uzun süre meşgul etti. Öte yandan, Çay Partisi tabanının ağırlığını hissettirdiği bu durum “müesses nizam”a karşı duyulan tepkinin bir ürünü olarak değerlendirilebilir.

Cumhuriyetçilerin başkanlık tartışmalarında, daha önce Türkiye’de de kısa bir süre uyarlanan “Çırak” programı ile bir televizyon yıldızı haline gelen Donald Trump’ın kampanya finansmanına ilişkin sözleri damga vuruyor. Tüm adayları “müesses nizam”dan milyonlarca dolar almakla suçlayan Trump, onların ABD halkının değil lobilerin ve çıkar gruplarının sesi olduğunu söyleyerek popülerlik kazanıyor.

Trump’ın çıkışları dışında Cumhuriyetçilerin geleneksel muhafazakar ve neo-liberal çizgisinin genel olarak bütün adaylar tarafından paylaşıldığı söylenebilir. Vergilerin indirilmesi, sosyal güvenliğin ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, “Obamacare” yasasının kaldırılması, federal hükümetin küçültülmesi, İran ile varılan nükleer anlaşmanın kaldırılması, Rusya’nın tehdit olarak algılanması, Ortadoğu’da Sünni ittifakının sürdürülmesi, savunma harcamalarının arttırılması, yasadışı göçmenlikle mücadele, kürtajın yasaklanması, eşcinsel evlilikler gibi başlıklarda temel olarak herkes nasıl kendisinin daha muhafazakar olduğunu veya nasıl daha iyi uygulayacağını anlatıyor.

Enerji sektöründe faaliyet gösteren Koch Endüstrilerinin sahibi David H. Koch ve Charles G. Koch Cumhuriyetçi başkan adayına 1 milyar dolar bağışlayacaklarını açıkladılar.

Enerji sektöründe faaliyet gösteren Koch Endüstrilerinin sahibi David H. Koch ve Charles G. Koch Cumhuriyetçi başkan adayına 1 milyar dolar bağışlayacaklarını açıkladılar.

Trump’ın ise çıkışları kimi durumlarda tamamen ayrık olurken kimi durumlarda ise en “radikal” olmaya yönelik. Trump sosyal güvenlik konusunda tam olarak ne yapacağını ifade etmese de esas olarak sistemin kötüye kullanılması, haksız yararlanmalar gibi başlıkları önüne aldığı ve özelleştirme gündeminin daha sınırlı olduğu söylenebilir.

Trump, Meksika ile ABD arasında duvar örülmesi, Meksika hükümetinin katil, tecavüzcü, uyuşturucu kaçakçısı insanları ABD’ye gönderdiği, Müslümanların ABD’ye göç etmesinin ve hatta girmesinin yasaklanması, Irak savaşını çok sert bir şekilde eleştirirken Suriye’de Rusya ile birlikte hareket edebileceğini söylemesi, NAFTA ve Trans Pasifik Ticaret Anlaşması’na karşı çıkması gibi önerilere de sahip.

Ancak Cumhuriyetçilerin tartışmalarının daha çok birbirilerine saldırılarla geçtiğini de not etmek gerekiyor. Bu bağlamda Demokrat Parti adayları arasındaki siyasi farklılaşmaların burada o kadar da geçerli olmadığını söyleyebiliriz.

Öte yandan, Donald Trump’ın aynı zamanda bir nefret objesi olduğunu ve Cumhuriyetçilerin önemli bir kısmının Trump’a karşı oy kullandıkları da söyleniyor. Bu durum aday sayısının hala daha fazla olduğu ve Trump’a karşı iki Küba göçmeni aileden gelen Ted Cruz ve Marco Rubio’nun birbirlerine üstünlük sağlayamadığı durumda Trump için büyük bir avantaj sağlıyor.

1 Mart ile birlikte belirlenecek 642 delegeliğin Cumhuriyetçi Parti’nin aday sayısını önemli ölçüde değiştireceği söylenebilir. Trump’ın başkanlık için uygun olmayacağına dair ortak kanaat, karşısındaki adayların azalması ve bunun yeterince erken olması halinde bugün esen rüzgarı tersine çevirebilir. Ama her durumda, Çay Partisi’nin kurucuları Koch biraderlerin Cumhuriyetçi başkan adayı için harcayacaklarını duyurdukları 1 milyar dolar ve Donald Trump ile Ted Cruz faktörleri bir arada düşünüldüğünde Cumhuriyetçi Parti içerisinde Çay Partisi’nin esas kazanan olacağı söylenebilir.

Occupy Wall Street

ABD’de halk yüzünü sola mı dönüyor?

Bu seçimler iki açıdan bir ilk olma özelliği de gösterebilir. Eğer Hillary Clinton başkan seçilirse Amerika’nın ilk kadın başkanı olacak. Öte yandan, Demokrat Parti adaylarından birisi seçilirse bu 1836’dan bu yana ilk kez Demokrat bir Başkan’ın ölmeden görevini yine bir Demokrat Başkan’a devretmesi anlamına gelecek.

İşin magazin kısmı bir yana ABD’de halkın yoksullaşması ile birlikte “müesses nizam” ve politikacılara karşı büyük bir tepkisinin olduğu açık. Bu tepki kendisini bir yandan, eskisi kadar güçlü olmasa da, sağcı Çay Partisi üzerinden gösterirken bir yandan da Demokrat Parti içerisinde Bernie Sanders üzerinden soldan ortaya çıktığını söylemek mümkün.

Büyük Amerikan bankalarının trilyonlarca dolarlık bir faturayla kurtarılması, bu bankalara milyarlarca dolarlık para cezaları kesilirken hiçbir yöneticilerinin ceza almayı bırakın mahkeme yüzü dahi görmemiş olmaları bir yanda dururken insanların evsiz ve işsiz kalmaları hala hafızalarda. Gerek Bernie Sanders gerekse Donald Trump, bu tepkiye oynayarak kampanya finansmanları ve “meslekten” politikacı olanlara karşı etkili oluyorlar.

Burada bir noktanın altının çizilmesi gerekiyor. Dünyanın uzun yıllardır içinden çıkamadığı ekonomik kriz, her ülkede olduğu gibi ABD’de de halkın üzerine büyük bir yük yığmış durumda. Bu yük, insanları bir arayışa itmiş durumda. Ancak bu arayışın, bir düzelme arayışı olduğu ve yeni bir düzen ya da esaslı bir değişim isteğini beraberinde getirmediği de anlaşılmalı. Tarihin gördüğü en büyük eşitsizliklerin olduğu bir dönemde, kapitalizmin “hikayesi”nin sonuna gelindiği görülüyor. Ancak bunun karşısında yeni bir “hikaye”nin henüz çıkamadığı da görülmeli.

Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi ABD’de tepkinin siyasete ve çok uluslu büyük sermayeye yöneldiği görülüyor. Ancak bu tepki bir yandan “sol”dan bir yandan da sağdan kendisini ifade ediyor. Yunanistan’da PASOK’un dağılmasıyla yaşanan sosyal demokrasinin çöküşü karşısında sosyal demokrasinin restorasyonu anlamına gelen SYRIZA deneyimi ile ABD’deki Bernie Sanders’ın “demokratik sosyalizm” çıkışı arasında benzerlikler görülebilir. Ancak ABD’de “sosyal demokrasi”nin dağılmış olduğu gibi bir tespit yapmak mümkün değil.

Bunun yanı sıra, ABD’de Çay Partisi ile cisimleşen aşırı sağın, komplo teorileriyle de süslenen kapitalizm güzellemeleriyle dolu büyük sermaye karşıtı görünen politik salgısının da tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Yunanistan’da SYRIZA ile birlikte yükselen Nazi partisi Altın Şafak’ı da burada hatırlamak yerinde olur.

Bu bağlamda, son ve esas olarak, gerçek ve güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bazı istisnalar dışında olmadığını ve daha önemlisi işçi sınıfının öncü partilerinin ise büyük bir baskı altında kaldıklarını görmek gerekiyor. Bunun ABD’de özellikle böyle olduğunun da altını çizmek gerekiyor.

ABD, genel imajının aksine ciddi bir yoksulluk sorunuyla karşı karşıya

ABD, genel imajının aksine ciddi bir yoksulluk sorunuyla karşı karşıya. Cumhuriyetçilerin “sosyalizm” dedikleri kısmi sosyal programların ise bu soruna bir çözüm sağlamadığı açık.

Tüm bunları alt alta yazdığımızda “halkın yüzünü sola döndüğü” tespitlerinin zayıf yanının halkın yüzünü benzer şekilde aşırı sağa da döndüğünü görmezden gelmek olduğu ve bu tespitlerin hiç bir yerinde işçi sınıfının ve öncü partinin olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

ABD seçimlerine bu açıdan bakıldığında, Bernie Sanders’ın “hür dünya” için bir yandan bu tepkileri düzen içerisine çekmenin bir yandan da “büyük sermaye”yi ve kapitalizmi “tehlike”yi gösterip “dizginleme”nin bir aracı olarak kabul edilmeli. İskandinav ülkelerini örnek gösteren Bernie Sanders’ın esas desteğini refah devleti önermelerinden değil Wall Street bankerlerine karşı tepkinin temsilcisi olmasından aldığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.

ABD seçimlerinin, büyük bir değişim getirmesi beklenmemeli. Cumhuriyetçilerin savaş politikalarının ise Jeb Bush’un yeterli desteği alamayıp adaylıktan çekilmesiyle büyük ölçüde karşılıksız kaldığı söylenebilir. Obama’nın seçilmesiyle birlikte Beyaz Saray’da bir “sosyalist”in olduğunu söylemekten bıkmayan Amerikan sağının korkusunun ise boş olduğu ve Sanders ile bile bir gerçekliğinin olmadığı açık. Bu haliyle, tüm şov ve pazarlama teknikleriyle “renkli” geçecek bir yarış olmakla birlikte, önü kesilecek bir solun olmadığı ABD’de Demokratlardan solculuk beklemek Godot’yu beklemek gibi olacak.