Tunus kadar olmak

2015 Nobel Barış Ödülü, Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’ne verildi. Nobel Komitesi, Tunus’ta 2011 “Yasemin Devrimi” sonrası yaşanan “siyasi istikrarsızlık” üzerine 2013’ün yaz aylarında kurulan,işveren kuruluşları, sendikalar, barolar ve insan hakları örgütlerinden oluşan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün ülkede demokrasinin yeniden inşa edilmesi için yürüttüğü çalışmalardan dolayı ödüle layık görüldüğünü belirtti ve Tunus’un diğer ülkelere örnek olması... View Article

2015 Nobel Barış Ödülü, Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’ne verildi.

Nobel Komitesi, Tunus’ta 2011 “Yasemin Devrimi” sonrası yaşanan “siyasi istikrarsızlık” üzerine 2013’ün yaz aylarında kurulan,işveren kuruluşları, sendikalar, barolar ve insan hakları örgütlerinden oluşan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’nün ülkede demokrasinin yeniden inşa edilmesi için yürüttüğü çalışmalardan dolayı ödüle layık görüldüğünü belirtti ve Tunus’un diğer ülkelere örnek olması gerektiğini vurguladı.

Hatırlanacağı üzere; “Yasemin Devrimi”, Kasım 2010’da, meyve sebze satıcısı olan işsiz bir üniversite mezununun, arabasına zabıtanın el koymasından sonra kendini ateşe vermesi ile başlayan protestoların, 23 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin Bin Ali’nin başkanlığı bırakıp 14 Ocak 2011’de ülkeden kaçmasıyla sonuçlanan sürecin adlandırılmasıdır.Süreç “Twitter Devrimi” veya “sızan”, böylece süreci hızlandıran bir belgeden hareketle “Wikileaks Devrimi” olarak da adlandırılıyor.

Tunus “Arap Baharı”nın başlangıcı idi. Emperyalizmin Ortadoğu’da ki siyasi iktidarlara yönelik, dengeleri kendi lehine değiştirme müdahalesinin de, bir anlamda başlangıcı idi. Domino taşları misali Suriye’ye kadar gelen “bahar” Türkiye sınırına dayanmış, ancak AKP’nin (zaten)iktidara gelmiş olması nedeni ile bizim payımıza “bahar” hepimizin bildiği şekilde yaşanmıştı.

Tunus’ta yaşanan “devrim”den bir süre sonra, kendisine AKP’yi model aldığını söyleyen Nahda iktidara geldi ve yapısal değişiklikleri hayata geçirmeye başladı. Başlayan protestolar ve yaşanan siyasi suikastlar arasında, bugün Nobel Barış Ödülü’nü alan Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü ortaya çıktı.Nahda’nın iktidarda ki ömrü AKP’den oldukça kısa oldu.

Peki, Nahda iktidardan nasıl ayrıldı?

Tunus kadar olamamak deniyor buna. En son Nilgün Cerrahoğlu’nun Cumhuriyet’te ki köşesinin başlığında rastladım. Bugünün Tunus’ununMüslüman dünyasına “ışık tutan”, “ufuk sunan bir yol” olarak gösterildiğini vurguluyor.

Cerrahoğlu, Laik-İslamcı kutuplaşmalarına rağmen Tunus’un iş dünyası, sendikalar, insan hakları dernekleri ve barolara dek uzanan örnek “sivil toplum dayanışması” sayesinde bu yakıcı sorunların üstesinden gelmeye aday bir ülke olarak ödüle layık görüldüğünden bahsediyor ve özlemini ifade ediyor: “Türkiye’de TÜSİAD ve sendikalar, insan hakları platformları, TBB’nin bir araya gelip teröre, kamplaşmalara, rejim krizine, siyasi istikrarsızlık ve kaosa dur dediğini, sade dur demekle kalmayıp, Cumhuriyetin bu en ağır bunalımından çıkış adına bir yol haritası sunduğunu düşünün. O yol haritasıyla kamplaşma tansiyonlarının düşürüldüğünü; sivil toplumda yakalanan “konsensüs” sayesinde AKP hükümetinin – 7 Haziran’ı izleyen aylarda misal- yapıştığı iktidar koltuğundan ayrılmayı kabulettiğini, bir sonraki seçimlere kadar ülkeyi geçici dönemde teknokrat bir hükümetin yönettiğini, bu gelişmeler neticesinde yapılan seçimlerin de “normalleşen” bir ortamda cereyan ettiğini düşünün.”

Tunus’ta Nahda iktidarı bırakmak zorunda kalınca, yerini, görevi ülkeyi yeni bir seçime götürmek olan teknokrat bir hükümet almıştı. (Buraya dikkat), sonrasında yapılan 2014 Ekim seçimlerinin ardından Tunus’ta yeni Anayasa onaylandı. Anayasayı İslamcı Nahda ile Laik Nida Tunus partileri birlikte yazdı.*

***

Anayasa Mahkemesi önceki Başkanı Haşim Kılıç Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin düzenlediği “Hukuk Devleti” konferansının açılış konuşmasını yaparak “sessizliğini bozmuş”. Konuşmanın tamamına ulaşamadım. Ancak gazete haberlerinden bilgi edinebildim. Ama konuşmanın satır araları ilginç veriler sunuyor.

Haşim Kılıç, Türk Ceza Kanunu maddeleri üzerinden geçmişte olduğu gibi bugünde zalimlikler yapıldığını söylemiş ve insanların susturulmaya çalışıldığını belirtmiş. Buraya kadar güzel. Ancak, “ilginç” olan geçmişe dair verdiği örnek. Kılıç eski TCK’nın 163. ve 312. maddelerine atıf yapmış.

Hatırlanır, 163. madde irticai faaliyetleri (devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacı) tanımlıyordu. Sol düşünceyi ve örgütlenmeyi cezalandıran 141 ile 142. maddelerin kaldırılması aşamasında, bugünün “yetmez ama evetçi”lerinin atalarından da alınan destek ile kaldırılmıştı. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın 141, 142 ve 163’ün uygulama alanı ile uygulanma hallerini bilmemesi söz konusu olamayacağına göre, 141 ve 142’yi unutması değil, 163’ü tercih etmesi sözkonusudur diyebiliriz.

Kılıç konuşmasının bir yerinde de, yargı, (buraya dikkat) Cumhuriyet’in kurulduğu günden beri belli düşüncelerin, inançların, ideolojilerin işgali altında olduğunu belirtmiş ve eklemiş:“12 Eylül 2010’da yapılan anayasa değişikliği tüm bu işgallere ve yolsuzluklara son veren ‘yargının bağımsızlık günü’ olarak düşünülmüştü. Ancak yüzyıla yaklaşan (sanırım 2023’de yüzyıl olacak) katı, baskıcı, dayatmacı,(buraya da dikkat)vesayetçi seküler anlayış yerine, evrensel hukukla entegre olmuş demokratik, özgürlükçü, müzakereci bir sistem kurulması beklenirken, renkleri değişmiş yeni bir vesayet odağının işgali ile karşı karşıya kaldık demiş. 

Kılıç “Anayasal Adalet Platformu” adı altında bir araştırma merkezi oluşturmaya çalıştıklarını belirtmiş ve ülkemize şu anda böyle hizmet edeceğiz demiş.

Haşim Kılıç bir örnek. Ama önemli bir örnek. Ertuğrul Özkök’ün bu yılın Ağustos ayı sonunda yazdığı “Keşke diyorum şu isimler Meclis çatısı altında olsa”başlıklı yazısında dile getirdiği üç isimden biri. (Diğerleri Osman Can ve Metin Feyzioğlu.)Önce hukuk ve adaleti restore edeceğiz diye başladığı yazısını, siyasi partiler bu insanları Meclis çatısı altına soksa ve “büyük restorasyona” şimdiden hazırlansa diye bitirmiş.

Özkök, Tunus aklına geldiğinden dolayı mı bu isimleri önermiştir, bilemiyorum. Ama nasılsa, hükümette olmak için milletvekili olmaya gerek yok.

Bu yazı sabrınızı zorlayarak, bir köşe yazısının sınırlarını çoktan aştı. Burada keseyim. O nedenle bu seferlik alıntılardan ve satır aralarını okuma çabasından ibaret olsun. Nasılsa bunları daha çok konuşacağız, tartışacağız, yazacağız.

  • Bu yazıyı kaleme alırken, internette gezinirken Mümtaz’er Türköne’nin 1 Kasım 2011 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayınlanmış bir yazısına rastladım. Bütün yazıyı buraya alıntılayamam, ama girişi şöyle: “Gannuşi’nin Nahda’sının Tunus’ta ilk serbest seçimlerde aldığı oy, AK Parti’nin 2001’de girdiği ilk seçimde aldığı oyun aynısı. Benzerlik sadece bu % 41 ile sınırlı değil. Gannuşi, ‘endişeli modernler’i teskin etmek için, ‘Türkiye’deki AK Parti politikalarını uygulayacağız’ sözünü veriyor. Belirsizlik ve kaos bu sözle ortadan kalkıyor. Herkes rahatlıyor. ‘Türkiye modeli’ denilen şey, aslında bir ‘AK Parti modeli’. Batıcı, laik, hatta dikta heveslileri ile İslamiyet’i radikal bir ideoloji olarak yorumlayanların önünü kesen bu model, bir kavram, bir teori veya bir iddia değil; Türkiye’nin son dokuz yılının özeti. Test edilmiş ve işe yaradığı kanıtlanmış bir tecrübenin somut eseri. AK Parti modeli, Nahda’nın Tunus’u ve dünyayı rahatlatmak için kullandığı bir argümandan ibaret değil. İlk defa iktidar sorumluluğu üstlenmiş bir İslamcı parti ne yapacağını, nasıl davranacağını AK Parti’ye bakarak belirliyor.”

Bir de, izninizle, 2011 tarihli yazının sonundan bir alıntı: “Bize düşen görev, bu modele Arap ülkelerinin adım adım takip edecekleri bir anayasa tecrübesi eklemek.”  Kanımca Mümtaz’er Türköne’nin görüşleri değişmedi. “Değişen” AKP oldu ve o zaman AKP’yi model alan Nahda bugün AKP’ye model olarak gösteriliyor. Tüm yollar (yazılar) ise o tarihte de bu tarihte de, sağdan da, soldan da, yeni bir anayasaya çıkıyor!