Gericiliğin yaratılmak istenen hukuku

Bazı savcılar sırf cumhurbaşkanına hakaret suçuna odaklanmış durumda. Bu tutum “kralın kutsallığı”na eşdeğer bir yaklaşım. Dönemin hukukunun temel referanslarından birinin bu olacağı aşikar.

AKP’nin, Türkiye’deki kurumların dönüşümünde ve I. Cumhuriyet’in tasfiyesinde kullandığı en önemli araçlarından biri hukuk oldu. Gerek dava yoluyla gerekse çıkardığı torba kanunlarla bu tasfiyeyi gerçekleştirdi. Şimdi ise, II. Cumhuriyetin yerleşmesi için adımları atıyor. Bu bakımdan, geçiş döneminde hukukun tasfiyenin bir aracı olarak kullanılmasının neredeyse sona erdiğini kabul etmek gerekir. Açılan bu yeni dönemde, AKP için II. Cumhuriyetin hukukunun yaratılması daha önem taşıyor. Peki bu hukukun temel özellikleri neler olacak, referanslarını neler belirleyecek?

Şu ana kadar bunların bazılarını tespit edebileceğimizi düşünüyorum. Öncelikle referanslardan birinin Erdoğan olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Cumhurbaşkanı, başkan veya “milletin lideri” sıfatıyla dokunulmaz kabul edilen Erdoğan’a karşı yapılabilecek eleştirilerin alanı tamamıyla daraltılmaya çalışıldığı açıkça ortada. Erdoğan’a eleştirinin ne olduğunun, nerede yapıldığının ve kim tarafından yapıldığının hiçbir önemi yok artık. Ya da Erdoğan’ın davranışlarının bu eleştiriye sebebiyet verip vermediği de tartışma konusu değil. 14 yaşındaki bir çocuğun sosyal medyada yazdıkları sebebiyle cumhurbaşkanına hakaret suçu istinadıyla gözaltına alınmaya çalışılmak istenmesi de, Cüneyt Arcayürek’e bir yazısı sebebiyle cumhurbaşkanına hakaret suçundan açılan davanın yazarın ölümünden sonra devam ettirilmeye çalışılması da bunun göstergesi. Şu anda bazı savcılar sırf cumhurbaşkanına hakaret suçuna odaklanmış durumda. Daha önceki bir yazıda bahsettiğim gibi, bu tutum “kralın kutsallığı”na eşdeğer bir yaklaşım. Dönemin hukukunun temel referanslarından birinin bu olacağı aşikar.

Diğer bir referans ise, dinselleşme olacak. Bu hafta Gülen Cemaati’ne ilişkin yapılan soruşturmalarda, türbanlı iki kadının kelepçeli olarak gözaltına alınmasının basında yer alması ile başlayan tartışmalar bunu gösteren durumlardan biri. Manisa Valisi olay sonrasında “Hukuki süreçte suçluluğu sabit olmayan hiç kimsenin hele de toplumda çok olumlu bir imajla algılanan başörtülü bayanların, şartları oluşmadan böyle bir işleme tabi tutulmaları her kademede üzüntüyle karşılanmıştır” diyerek aslında hukukun neye referansla ele alınarak uygulanması gerektiğini söylemiş oldu.

Davutoğlu ise, Vali’nin dediğini toparlamaya çalışırken aslında sadece türbanlı olanların değil, tüm kadınları korunması gereken zayıf kişiler olarak gördüklerini belirtmiş oldu. Konuşmasında Vali’nin açıklamasının maksadını aştığını ifade eden Davutoğlu, kaçma tehlikesi yok ise özellikle “hanımların” kelepçeyle görüntülenmesini kabul edemeyeceklerini, bu sebeple de bu konunun derhal soruşturulması için talimat verdiğini ifade etti. Sonuç olarak, yıllardır saçından sürüklenen, sokakta tekmelenmesi sebebiyle çocuğunu düşüren, kelepçe veya ters kelepçe takılarak gözaltına alınan, çıplak aramaya maruz kalan kadınlara yapılan muameleye karşı tek bir soruşturma ya da açıklama yapmayanlar, türbanlı kadınların kelepçelenmesinde açıklama yapmak ve soruşturma açmak zorunda kalmış oldular. Bununla birlikte, söz konusu örnekteki dinsel referansın tek bununla kalmayacağı hatta “din ve inanç özgürlüğü” adı altında anayasal referanslara da kavuşabileceğini unutmamak gerekiyor. Hatta bu noktada Kürt sorununun bile dinsel referanslarla çözülmesine ilişkin adımların atıldığı gözden kaçmamalı.

Hukuktaki dinselleşme ve gericileşmenin başka bir yönü de kendini kadın cinayetlerinde ve tecavüzlerinde gösteriyor. Geçen hafta yayınlanan bir haberde sırf Ekim ayı içerisinde 25 kadının öldürüldüğü, 15 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildiği; 29 kadının yaralandığı açıklandı. 2015 yılında şu ana kadar öldürülen kadınların sayısı 205. Mahkemeler ise bu konuya kayıtsızlar. Örneğin son olarak; 14 yaşındaki kızın başına taşla vurup bayıltan ve sonra kıza tecavüz eden bir sanığa, hakim duruşmada “saygın bir tutum” sergilemesi sebebiyle cezasına indirim uygulayabildi. Ya da evlilik teklifini reddettiği için öldürülen Hatice Kaymaz davasında, savcı sanığın aşırı sevdiği bir kadın tarafından reddedilmesi sebebiyle bu duygusallık içinde Kaymaz’ı öldürmesinde ilk talep edilenden daha hafif bir ceza alması gerektiğini ifade edebildi. Bu örneklerin, yeni dönemde daha artacağını ve yargının genel olarak bu davalara bakışını yansıtacağını öngörmek zor değil.

Bu dönemin hukukunun diğer özelliğinin ya da referans noktasının da daha fazla sömürüye ve talana kapı açması olacağı tartışmasız kabul edilebilir. Seçim sonrası 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda yapılacak değişiklikle memurlarının iş güvencesinin kalkacağının belirtilmesi, işgücü piyasalarında esnekleşmeye gidileceğinin söylenmesi bunun işaretlerini açıkça gösteriyor. Örneğin; İş Kanununda yapılacak değişiklik ile işçi kiralama bürolarının yasal zemine kavuşması ve kıdem tazminatı fonu uygulamasının başlatılması bunun ilk adımları olacak gibi görünüyor.

Dolayısıyla,  bu yeni dönemin hukukunun yerleşmesine karşı verilecek mücadele, bahsettiğim üç referans noktasını karşısına alan bir hatta oturtulmalı. Çünkü “borromean düğümü” gibi birbirine bağlı olduğu kabul edilebilecek bu üç boyuttan herhangi birisini tek başına ele almak veya yok saymak, mücadelenin topyekün başarısızlıkla sonuçlanmasını beraberinde getirecektir. Bu mücadelenin araçlarının ne olacağı ise, önümüzdeki dönemde kendini daha belirgin hale getirecektir.