Bu bir öz savunma mücadelesi midir?

Son tahlilde ne olursa olsun emekçi halkın kendi kendini yönetme pratiği de, devrim arayışı da, iktidar mücadelesi de her türlü liberal ve milliyetçi yönelimden arındırılarak, sınıflar arasındaki mücadele bağlamında uluslar mücadelesini aşan bir düzleme ve sosyalizme taşınabilir.

Demokratik özerklik üzerine ülkemiz akademisyenlerinden birinin doktora tezinin kitaplaştırılmış halini okumaya başladım. Kitabı henüz bitirmediğim için adını ve yazarını söylemeyeceğim. Kitap bitince daha kapsamlı bir yazının konusu olur sanırım.

Kitabın önsözü ve ilk bölümündeki bazı çağrışımların önem taşıdığını düşünüyorum. Yazar kitabın önsöz kısmında, Abdullah Öcalan’ın 16 Şubat 1999 yılında yakalandıktan sonra geliştirdiği “Demokratik Cumhuriyet” tezinin kendisinde nasıl büyük bir hayal kırıklığı yarattığından, o zamana kadar bildiği, okuduğu ve duydukları ile Öcalan’ın sözleri arasındaki derin çelişkinin kendisinde oluşturduğu duygulardan bahsediyor ve Öcalan’ı uzun süre bir daha okumadığını dile getiriyor.

Seneler hızlıca akıp geçiyor. Geliyoruz 2015 yılına. Yazarımızın demokratik özerklik üzerine yaptığı doktora tezi bu sene içerisinde yayınlanıyor ve kendisi bu durumu şöyle betimliyor:

“Sanki tarihin bir cilvesi! 2000’lerin başında söyledikleriyle herkesi şaşkına çeviren Öcalan, yıllar sonra Türkiye’nin en önemli politik aktörüne dönüştü ve yazdıkları benim de doktora çalışmamın bir konusu oldu. Hayatın dinamizmi insanı öyle dönüştürür ve öyle bir yere taşır ki hiç bilinmez. Bir zamanlar kabul edilemez olan şey, hayatınızdaki bir dönemecin önemli bir parçası oluverir ve hatta nihayetinde savunmanız gereken bir doktora tezinin konusu haline bile gelebilir.”

Gerçekten göz yaşartıcı. O muhteşem hayatın dinamizmi kavramı ülkemiz aydınları için her zaman büyük dönüşümlerin kaldıracı olmuştur. Örneğin, Murat Belge de dün itibariyle o dinamizmi yakalamış görünüyor. Ama o dinamizm aydın zümresi diyebileceğimiz bir kesimin sınıf tercihlerini ve liberal ideolojisini değiştirmeye yetmez. Kandırıldık diye ortalıkta ağlayan Murat Belge belki de bu seçimlerde AKP’ye oy veremeyeceği için üzgün olabilir. Ancak Metin Lokumcu’ya Ergenekoncu diyen bu iç karartan “aydınımız” anti-komünizmden vazgeçmeyecek ve timsah gözyaşları dökmeye devam edecek.

Neyse biz baştaki yazarımıza dönelim. Hayatın dinamizmi sayesinde Öcalan’ın tezinin doğruluğuna kendisini inandıran, bu esnada ulus devlet fikrinin ve modern yurttaşlık kavramının ortadan tamamen kalktığı “idea”sına ulaşan, bunlarla birlikte Foucault’nun (Fuko diye okunuyor) 1967 model yurttaşlık ve toplumsal örgütlenme tezlerini alıp ülkemize uyarlamaya çalışan bu kişi en azından kitabın giriş bölmesinde aşağı yukarı şöyle bir çerçeveye ulaşmış oluyor. Ulus devletler tasfiye olduğuna, yeni yurttaşlık adı verilen bir tanım artık geçerli sayıldığında göre, artık çok kimlikli, çok kültürlü özgür bir toplum yaratabiliriz.

Ek olarak, demokratik özerkliğin, demokratik (devletsiz) ulus kavramı etrafında modern ulusun homojenliğine karşı toplumun heterojen, farklı ve çoklu kimlik ve kültürlerden mürekkep bir bütünlük olduğunu ve bu anlamda toplumların çok kültürlü olduğu fikrine yaslandığından bahsediliyor. Üzerine bir de Öcalan’ın tanımıyla “çoklu yurttaşlık, komünal yurttaşlık” gibi kavramlar girince gerek üretim ilişkileri, birikim modelleri ve sınıfları tamamen dışlayan bir yaklaşım ortaya çıkıyor.

Oysa ki, sınıfların (işçi sınıfı ile burjuva sınıfı) arasında oluşan ekonomik temelli çelişkiyi ortaya koymadan, siyasal iktidar ilişkilerini ele almadan, bu sınıfların arasında kimi zaman yüksek düzeyde, kimi zaman üstü örtük devam eden kavgayı görmeden, emperyalizmi tahlil etmeden ve örneğin neo-liberalizmin ulus devletler üzerinde oluşturduğu sonuçları veri almadan yapılan akademik çalışmalar, siyasal alana taşındığında maalesef emperyalist-kapitalist sistemin kendini yeniden üretmesinin mezesi olmak zorunda. Bundan kaçış bulunmuyor.

Kaldığımız noktadan devam edersek, Kürt siyasi hareketinin özellikle 2005 yılında itibaren yürüttüğü pratiğin bahsedilen çerçevede ele alınması gerektiğinden bahseden yazarımız, gelinen aşamada demokratik özerkliğin bugün sadece Kürtler için değil, tüm Türkiye için geçerli bir model olabileceğini savunuyor. Politik alanda HDP tarafından da dile getirilen bu görüşün kökleri eskidir. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin yıkılması sonrasındaki yıllara dayanan post-marksist vb… tezlere dayanır. Sadece günümüze uyarlanmıştır. Tek fark budur.

Kitabın yine giriş bölümünde meselenin somutlandığı nokta ise öz yönetim olarak tanımlanıyor. Komün, yurttaş inisiyatifi, halk meclisi gibi kavramlardan bahsediliyor ve bunlar aracılığı ile oluşan komünal yaşam, çok dilli belediyecilik gibi uygulamaların örnek olarak gösterilebileceği ortaya konuluyor. Geçtiğimiz haftaki yazımda Kürt hareketinin son süreçteki öz yönetim pratiğinden bahsetmiştim. Politik alanda yürüyen tartışmanın ve oldukça yüksek düzeyde devam eden çatışmalı, kanlı sürecin öz yönetim mücadelesinden, daha doğrusu Kürt siyasi hareketinin devletleşme pratiğinden soyutlanarak ele alınmaması gerektiğini dile getirmiştim. (Önümüzdeki zamanlarda eğer Kürtler bildiğimiz ve anladığımız anlamıyla bir ulus devlet oluşumuna ulaşırlarsa sanırım yazarımız bir kere daha hayal kırıklığına uğrayacak.)

Yine geçtiğimiz hafta içerisinde Ertuğrul Kürkçü’den öz yönetim ile ilgili değerlendirmeler geldi. Aslında bu değerlendirmeler gerek Murat Belge’nin son çıkışı, gerekse yukarıdaki yazarımızın şu ana kadar yer verdiğimiz görüşleri ile birlikte ele alınırsa fazlasıyla anlam kazanacaktır.

Bildiğiniz üzere Ertuğrul Kürkçü de kendisini hayatın dinamizminin yarattığı heyecanı hep içinde taşıyan birisi. Yaptığı değerlendirmelerde ise öncelikle, 6-8 Ekim olayları ile birlikte AKP iktidarının çatışmasızlık dönemine son verdiğinden ve 7 Haziran sonrasında savaş planını devreye soktuğundan bahsediyor. Nesnel olarak doğru kabul edilebilecek bu yaklaşım Şubat ayındaki Dolmabahçe mutabakatı ve Newroz’daki Öcalan’ın silahsızlanma çağrısı çerçevesinde ele alındığında ise daha geniş kapsamlı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Dolayısıyla tek taraflı bir değerlendirme sürecin bütününü açıklamıyor ne yazık ki.

Değerlendirmelerin devamında öz yönetim ile ilgili ise söyledikleri ise oldukça çarpıcı ve şu şekilde:

“Tabii öz yönetim, bu öz savunma gerekliliklerinin içinde doğdu. Halbuki mantıki sıranın önce bir öz yönetim olması bu öz yönetimin de kendine göre bir öz savunma rejimi kurmasını öngörür ve bu mantıkta da bir hata yoktur. Fakat burada savaş gereklilikleri içerisinde buna çeki düzen verme ve kendi kendine, kendi savunmasını yönetme ihtiyacı bir özyönetim ihtiyacını da ortaya çıkartınca eksik hazırlıkla bu öz yönetimler deklare edildi ve tabii bu öz savunma basıncı altında öz yönetimler de kavruldu, güdükleşti ve buna bakarak pek çok hüküm verildi. Ama doğrusu bu tarihi sıra içerisinde bu mantıki ilişkinin yorumlanması halinde durumu anlayabileceğimizi, açıklayabileceğimizi düşünüyorum. (…)

Ta başına dönecek olursak aslında Kürt sorununun barışçı, demokratik, karşılıklı uzlaşma yoluyla ve devletin reforme edilmesi ve yeniden inşası yoluyla çözümü mümkün. Çözüm fikri havaya uçurulduğunda zaten bunun kapısı ardına kadar açılmıştı. Oradan Osmanlı Ocaklarıyla, paramiliterleriyle, özel harekatçılarıyla, Cumhurbaşkanı’na bağlı yeni özel kuvvetleriyle birlikte oluşan mahşerin dört atlısının devreye girdiğini idrak etmemiz gerekir. Bu şartlar altında öz yönetim ihtiyaçları, öz savunmanın basınçlarına pek göğüs geremedi ve sonuçta onun tarafından neredeyse tamamen örtüldü. Bu öz yönetim fikrini, bu tarihi açmaz dolayısıyla değerden düşürecek yorumları tartışmalı ve bunlara bir yanıt üretmeliyiz.”

Başta kitabına dair yorum yaptığımız yazarımız, öz yönetime dair yorumlar yaparken sanırım işin şimdilik öz savunma ile idare etme boyutunu pek hesaba katmamıştı. Ama ne yazık ki şimdilik bununla yetinmek zorunda gibi sanki.

Post-modern ideoloji belirlenimli akademisyenleri geçelim, öz savunmanın bugün Türkiye solu için devrimci bir konumlanış olduğunu vaaz eden küçük burjuva devrimcilerini de bir tarafa koyalım, son noktada Ertuğrul Kürkçü’nün düzen güçleri ile uzlaşma arayışını, öz yönetim ve devletleşme pratiği için elzem gördüğünün altını çizmek gerekiyor.

Ancak ne olursa olsun, bu yaklaşımdan emekçi sınıfların kurtuluş mücadelesi için de, Kürt emekçileri için de bir şey çıkmayacağını söylemeye devam etmek zorundayız.

Son tahlilde ne olursa olsun emekçi halkın kendi kendini yönetme pratiği de, devrim arayışı da, iktidar mücadelesi de her türlü liberal ve milliyetçi yönelimden arındırılarak, sınıflar arasındaki mücadele bağlamında uluslar mücadelesini aşan bir düzleme ve sosyalizme taşınabilir. Gerçek komün de, halk meclisi de, öz yönetimde bu şekilde anlam kazanır. Demokrasi sosyalizmde anlam kazanır. Gerçek demokrasi sosyalist bir cumhuriyette hayat bulur. Hayatın gerçek dinamizmi ise burada gizlidir.

Bunun gündeme gelmediği noktada maalesef öz savunma ile idare etmekten başka çare bulunmayabilecektir.