90'lar: Bir nehirde iki kere yıkanılmaz

90'lar: Bir nehirde iki kere yıkanılmaz

Türkiye’nin siyasal-toplumsal atmosferi için son aylarda 90’lara dönmek/dönüş retoriği çok sık kullanılır oldu. Elbette bundan söz ederken 90’lı yıllarda “Kürt sorunu” ekseninde sürdürülen kirli savaşa işaret edilmekte. AKP ise bunun yanı sıra kendi kodlamalarınca “teröre” ve koalisyonlar dönemine atıf yapmakta.

Bizler için 90’lar aynı zamanda aydın-yazarların faili meçhul suikastlarla öldürülmesi, hizbul-kontgerilla cinayetleri, Gazi’de emekçi halkın katledilmesi, gerici güruhun Sivas katliamı, domuz bağları… Ve dahası İslamcı-gerici ideolojilerin toplumsal bir güç olarak örgütlenmesiydi de…

Aynı zamanda 90’lar Marksist-Leninist düşüncenin lineer bir hatta güçlenerek sosyalizm mücadelesinin tekleştirilebileceği çabalarının görüldüğü dönemdi. Bu çabalar, toplumsallaşma aranışları ile “büyük siyaset” aranışları yer değiştirdikçe, merkez ile örgüt arasındaki doğal açı giderek daha da artarak örgütün nesneleştiği bir durumla sonuçlandı…

Dahası dönemin efsanevi deneyselliği ÖDP (ki bugünkü ÖDP’yi tenzil ederiz) vardı. Kimileri için sadece yalın bir harmanlanma, kimileri için en geniş anlamıyla solun birlikteliği, kimileri içinse dönemin dinamikleri içinde yükselebilecek genel bir sol dalga, kimilerine göre de bu dalgayla yol alınırken aynı zamanda sosyalist bir yükselişin de uçlarını verebilecek bir deneyimdi. Kimileri içinse dünya değişir, ideolojiler çökerken demokratik-çok renkli-çok sesli-çok görünümlü bir yeni Türkiye’nin örnek-model bir sol partisiydi (ancak… parti gibi olmayan parti – bu önemli bir motto idi- ).

Elbette ana omurga son söylenen “kimileri”nce belirlenebilmişti.

İşçi sınıfının toplumsal dönüşümler ve hatta devrimler için nesnel bir güç olmaktan çıktığı, niteliksel olarak değişirken niceliksel olarak da daraldığı gibi ideolojik argümanlar, yeni toplumsal hareketleri de keşfedince daha bir hayâsızlaşıyor, sonuçta sınıf, diğer toplumsal hareketlere eklektik biçimde ilişkilendirilerek onlarla eşitleniyordu.

Fakat bir tuhaflık vardı bu işte.

Türkiye’nin toplumsal üretim ilişkilerinin bütününde, “yeni toplumsal hareketler” olarak kavramsallaştırılan hareketler “radikal demokratik” söylemlerin etki alanını genişletebilecek bir yere sahip olamıyordu.

Örneğin bugün kapitalizmin ekolojik-sosyal olarak yarattığı tahribatlar (gdo’lar, hes’ler, nükleer enerji, yeşil-yol gibi projeler, tarımsal arazilerin talanı vs.), caretta caretta’lar tartışması ötesine geçemiyordu.

Bugün ise “radikal demokrasi” söylem çerçevesinin nesnel olarak zemini var ve bu da kendisine toplumsal bir güç alanı yaratmasına olanak sağlamaktadır.

Ancak, toplumsal formasyonda sınıfın eklektik bir unsur kertesine düşürülerek kompartımandaki eşitlerden biri olarak ele alış yöntemi “radikal demokrat” çizgide ideolojik-siyasal olarak esas sorunlu alanı oluşturmaya devam ediyor.

90’lara dönüşü bir de buradan görmek lazım.

İster “büyük siyaset” aranışı deyin, ister “acil görevler” deyin, ister “dayanışma”, isterseniz genel bir sol yükseliş için yan yana duruş deyin.

Adam zaten herkesten önce demiş “bir nehirde iki kere yıkanılmaz” diye.