Yılmaz Güney’in yalnızlığı

Yalnızca Türkiye sineması için değil uluslararası anlamda da yeri doldurulması oldukça güç olan Yılmaz Güney, bir anlatı ustası olarak belki de en çok yalnız bırakılmış insanlardan bir tanesidir...

Yılmaz Güney’in yalnızlığı

Alev Doğan

Yalnızca Türkiye sineması için değil uluslararası anlamda da yeri doldurulması oldukça güç olan Yılmaz Güney, bir anlatı ustası olarak belki de en çok yalnız bırakılmış insanlardan bir tanesidir. Bu yalnızlık salt politik kimliği nedeniyle egemen ideolojinin koyduğu bir ambargo ile sınırlı değildir üstelik, Güney aynı safta yer aldığı onlarca sinema “erbabı” tarafından da yalnız bırakılmıştır. 34 yıl önce bugün aramızdan ayrılan Yılmaz Güney’in hakkında sarf edilen her söz onun bir anlatıcı olarak ustalığını teğet geçmiştir. Yılmaz Güney bir sosyalisttir. Politik kimliğini saklamaya asla tenezzül etmemiştir. Buraya kadar tamam. Ancak onun hakkında yazılan, çizilenler neden yalnızca bununla sınırlıdır? Türkiye’de ulusal sinemanın inşasına bu derece katkı sunan, auteur kimliği herkesçe kabul edilen bir ismin, sinemasına ya da meramına ilişkin neden kimse dört başı mağrur bir incelemenin konusu yapmaz Güney’i? Üstelik sinemamızın geleceği açısından bu denli önemli tartışma noktalarını yapıtlarında barındırıyorken. Üstelik onun anlatı yapısının okullarda ders olarak okutulması gerekirken…

OMURGAYI ÇAKMAK

Gerçekçi film kuramının en önemli temsilcisi Andre Bazin, bir başka gerçekçi film kuramcısı Siegfried Kraucer’in materyalist estetiğini bir adım öteye taşıyarak, sinemanın gerçeklik üzerine bağımlılığını ortaya koymuş, sinemanın öncelikli olarak görsel ve uzamsal gerçekliğe bağlı olduğunu savunmuştur. Bazin’e göre izleyici, sinemaya gerçekliğe baktığı gibi bakar.

Bazin’in gerçekliğe ilişkin bakış açısı ve İtalyan yeni gerçekçiliği karşılıklı olarak birbirini etkilerken, hammaddesini “gerçeklik” olarak belirleyen sinemanın yeni yol haritası, Güney’in anlatı yapısının en önemli referans noktasıdır.

Güney bu referansın üzerine anlatı yapısını inşa ederken, bir yandan da Yeşilçam’ın arabesk melodramları arasından sıyrılmak ve kendi sinema dilini inşa etmek için çabalamaktadır. Kısacası birden çok cephede mücadele etmesi gereken bir savaştır bu.

Hudutların Kanunu ile beraber Güney’in anlatı yapısı en ilkel hali ile vücut bulmuş olur. O artık, hakkında bilgi sahibi olduğu toplumsal gerçeklikler hakkında film yapan, işlediği konuda mutlaka yakıcı bir toplumsal gerçekliğin izlerini arayan, dramatik yapıyı eldeki şablonlara göre değil, gerçekliğin üzerine kuran bir Auteur sinemacı olma yolunda emin adımlar ile ilerlemeye başlamıştır. Özetle, Güney omurgayı çakmıştır.

ULUSAL SİNEMA VE YILMAZ GÜNEY

Auteur en genel anlamı ile yarattığı esere dünya görüşünü ve hayat karşısındaki tavrını koyabilen, kendi deyiş tarzını oluşturan, diğer anlatıcılardan farklı bir biçimde yarattığı şey her ne ise ortaya çıkan ürüne kendi imzasını atabilen sanatçı anlamına gelmekte. Auteur’u tanımlayan unsur bu saydıklarımız ise, önemli kılan unsur ne peki? Cevabını yekten verelim; Auteur’un önemi, kendine, ulusuna, evrensel insanlık ideallerine uygun olan sinemayı araştırması ve onu yeniden üretme çabası. Kısacası Auteur olmaksızın bir “ulusal sinema” inşasının mümkün olmaması. Bu anlamda Güney’in  “ulusal sinema” inşasında çok çaba harcadığını bir kenara yazalım.

1968 yılında, Türkiye sinema tarihinde bir ilk olarak Kürt kimliğinin sansürlenmeksizin perdeye yansıtıldığı, Seyit Han izleyici ile buluşur. Güney bu sefer hem kameranın önünde hem de arkasındadır. Bir gazetecinin ona yönelttiği “İlk suçunuz neydi” sorusuna verdiği “İlk suçum yoksul olmaktı” cevabı, Güney sinemasının kodlarını da açığa vurmaktadır. İster Kürt ister Türkmen, ister Arap, filmlerinde kimi işlerse işlesin, yakıcı toplumsal gerçeklik yoksulluktur. Güney’e göre çelişki, Dünyayı Sarsan On Gün’deki Bolşevik askerin tarif ettiği gibi açık ve nettir hâlâ: “Dünyada iki sınıf vardır, burjuvazi ve proletarya. Ya birindensindir ya da diğerinden…”

1970 yılında izleyici ile buluşan “Umut” Güney’i politik filmler yapan bir sinemacıdan çıkartarak, politik filmleri politik bir biçimde yapan sinemacı konumuna yükseltir. Filmdeki her sekans izleyiciyi yeni bir tanıklığa çağırmaktadır. Planlar, sınıfsal çelişkinin en yoğun hali ile yaşandığı toplumsal dönemler gibi, yüksek ve çatışmalıdır. Bu anlamı ile izleyici olmaktan tanık olmaya, tanık olmaktan ise müdahil olmaya çağırır Güney.  Umut’un baş karakteri arabacı Cabbar Kürt’tür Kürt olmasına ama, Güney karakterin etnik kimliğinden ziyade sınıfsal kimliği üzerinden bir algı yaratmaya çalışır.

1971 yılına gelindiğinde, Mahir Çayan ve THKP-C kadrolarını evinde sakladığı gerekçesi ile hapse mahkum edilir Güney. 1974’teki tahliyesine kadar da üretimine hız kesmeden devam eder. Cezaevinde geçirdiği iki yılı aşkın süre, Güney’in memleket hakkında sosyolojik ve kapsamlı bir etüt yapmasını sağlar. O güne kadar deneyimlediği, içinden çıktığı yoksulluğun sınıfsal karakterini derinlemesine analiz ederek, metodolojisini geliştirir.

Tutuklandığında 163 sinemacının “Kendi ülkenizin en iyi sinemacısını hapse atamazsınız” başlığı ile Türkiye Cumhuriyeti’ne verdiği dilekçeye binaen arkadaşı Elia Kazan’ın “Yılmaz için endişeleniyorum” cümlesinin yanıtı olan Endişe’de, “O benim için endişeleniyor ama ben bu insanlar için endişeleniyorum” diyerek Çukurovalı mevsimlik tarım işçilerini anlatır.

Yılmaz Güney, Endişe’nin çekimleri sürerken, Yumurtalık’ta yargıç Sefa Mutlu’yu öldürdüğü için tutuklanır ve 25 Ekim 1974’te Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılamaların sonucunda 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırılır.

Sistemin Güney’i provokasyon ile yeniden cezaevine göndermesi, onun üretimi önünde herhangi bir engel oluşturmaz. Senaryosunu yazdığı Sürü’yü, kendi çekim notları ile Zeki Ökten’e emanet eder. Güney filmografisinin en güçlü eserlerinden olan bu film, son derece zor koşulların ürünü olarak sinema tarihinde yerini alır.

Sürü, filmde konuşulan dil Türkçe olsa da, Kürt halkının tarihidir. Filmi Türkçe çekmiş olmasını şöyle açıklar Güney:

“Sürü aslında Kürt Halkının tarihidir. Ama bu filmi Kürtçe çekmem dahi mümkün değildi. Eğer oyuncularımı Kürtçe konuştursaydım, emin olun şimdi hepsi hapsi boylamış olurdu”

Film aynı zamanda Güney’in ulusal soruna nasıl yaklaştığının nüvelerini taşır içinde. Filmin Ankara’daki sahnelerinden birisinde geçen  “Üç beş kişinin milyonları, milyarları var. Milyonlarca emekçinin çalıştığı nereye gidiyor, kim böyle kurmuş bu işi. Diyeceğim Baba, buranın zengini de oranın ağası da hepsi bir” diyaloğu,  Kürt meselesinin çözüm anahtarının ancak sosyalizmin elinde olduğunu işaret eder.

CANNES’A UZANAN YOL

Güney’e Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü getiren “Yol”  ise bir rejim analizidir aynı zamanda. 12 Eylül darbesi ile baştan aşağıya yeniden örgütlenen, gericileştirilen, yoksullaştırılan, yalnızlaştırılan, korku ile terbiye edilen bir halkın yaşadığı, adı Türkiye olan kocaman bir hapishanenin hikayesidir.

İlk iki tutukluluk döneminin ardından, on dokuz yıl hapse mahkum edildiği tutukluluk döneminde Güney, bir sosyal olgu olarak deneyimlemeye başlar cezaevini. Bilinçli olarak “adli mahkumlar” ile kalmayı tercih eder ve niyetleri ile gerçeklikleri arasındaki açının altında ezilen bu insanların hikayesini anlatmak ister. Gözlemleri cezaevinden, düşünceleri ise dışsal dünyadan beslendiği içindir ki, Güney aynı zamanda kendi “tutukluluk” hali ile de yüzleşmek durumunda kalır.

Aylarca mahkumlar ile görüşür. Gündüzleri yaptığı görüşmeleri, geceleri etüt ederek dur durak bilmeden çalışır. Hikaye önce 36, sonra 11 son hali ile de 6 mahkumun öyküsüne indirilir.

Paris’te sürgünde çektiği son filmi Duvar, çocuk mahkumları ve içinde bulundukları soğuk gerçeği izleyicinin yüzüne vururken tüm dünyada beğeni ve övgüler ile karşılaşır.

Memleketini çok seven herkes gibi sürgün ağır gelir Güney’e. 1984’ün 9 Eylül’ünde, çok sevdiği memleketinden uzakta, arkasında bir miras bırakarak aramızdan ayrılır.

SONUÇ YERİNE

Kendi anlatı dilini oluşturduktan sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı Yeşilçam’da bir devrim yaratarak alışılagelen formları deviren, bugün Türkiye’de bir ulusal sinemadan bahsediliyor ise her sinemacının çok şey borçlu olduğu, ülkenin sayılı Auteur yönetmenlerinden Yılmaz Güney’in biraz da anlaşılmaya ihtiyacı var. Dünyanın her yerinden sayısız sinemacının önünde saygıyla eğildiği Güney’in mirasına biraz da böyle sahip çıkılır. Çünkü bu miras bizimdir, çünkü o dünyada bu toprakların ezilen insanlarından daha fazla kimseyi sevmemiştir.