Tarihin sonu geldiğinden beri

Sosyalizmin insan yaşamını nasıl etkilediğini anlamak için en iyi göstergenin mekânlar ve kentler olduğu varsayımı üzerinden gidersek, bir yanıyla oldukça sade, diğer yanıyla aynı nedenden dolayı oldukça çarpıcı sonuçlar çıkarılabilir...

Tarihin sonu geldiğinden beri

Reel sosyalizmin çözülmesinden ve dizginlerinden boşalan emperyalizmin zafer naraları eşliğinde “tarihin sonu” tezlerini üretmesinden bu yana, çeyrek asırdan uzun bir süre geçti. Bu çeyrek asırda neler yaşanmadı ki… Glasnost ve Perestroyka’dan Sovyet halklarının büyük çoğunluğunun “Sosyalizme devam” dediği Mart Referandumu’na, Gorbaçov’dan Yeltsin’e, Berlin’den Belgrad’a, Moskova’dan Kiev’e, Leningrad’dan Petersburg’a neler yaşanmadı ki… Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından Çekoslovakya bölündü, Yugoslavya ise kanlı bir iç savaş sürecinin ardından paramparça edildi.

Bu çeyrek asırda ABD’nin başını çektiği emperyalist blok, böl-parçala-yönet politikasını, dünyayı kan gölüne çevirmek pahasına da olsa, birçok yerde sorunsuzca uyguladı. Eski sosyalist blok ülkelerinin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenmeye başlamasının ardından sıra sosyalist bloğun güçlü ilişkiler geliştirdiği, sosyalizmin olmadığı bir dünyada kapitalizmin insafına kalan ülkelere gelmişti. 11 Eylül 2001’de ABD’de gerçekleşen eşzamanlı saldırıların henüz akşamında, haberlerde saldırganların, önceden bilindiği kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, açık kimliklerinin yayınlanmasının hemen ardından 2001’de Afganistan ve 2003’te Irak çeşitli gerekçelerle işgal edildi. 2010’a gelindiğinde ise “Arap Baharı” adı altında, büyük çoğunluğu Kuzey Afrika’da olmak üzere, Arap toplulukları da emperyalist ABD’nin haydut politikalarından payına düşeni aldı. Suriye’de yaşananları ve gelinen durumu ise oldukça net biçimde görüyoruz.

Buraya kadar bilmediğimiz bir şey yok. Yalnızca kısa bir hatırlatma yapmış olduk.

Bilinmeyen ise, kapitalizmin renkli dünyasında gösterilmeyen, eski sosyalist ülkelerde bugün neler olduğu, insanların nasıl yaşadığı ve sosyalizmin yarattığı kent kültürünün ne kadar gelişkin olduğu. Bu yazıda bu konuyu ele alacağız.

***

“Tarihin sonu” geldiğinden beri, özellikle eski sosyalist ülkelerde yaşananların toplumsal yıkımdan başka bir durum olmadığını söyleyerek başlayalım. Her birinde –az ya da çok– milliyetçiliğin başka bir türünün kol gezdiği, kapitalizmin, eski sosyalist düzenin insanlarını düzen-dışına ittiği bu ülkeler, hem sosyalizmin yarattığı değerleri anlamak, hem de sosyalizmin olmadığı bir dünyanın nasıl bir cehenneme dönüştüğünü anlamak açısından oldukça önemli örnekler. Hangi birinden başlayalım? Yeni düzende “yer verilmeyen”, işsiz kalan, işsiz kaldığı için de –birçok yerde olduğu gibi– spekülatif kiraları ödeyemediğinden sokakta yaşayan insanlardan mı, yoksa alkolizmin pençesine düşen insanlardan mı? Yaşlı olduğundan ve kapitalizmin “verimlilik ve kârlılık” gerekliliklerini taşımadığı için iş bulamayan, sosyal güvenceleri olmayan ve dilenmek zorunda kalan insanlardan mı? Yoksa, Lenin heykellerini yıkan, ABD beslemesi faşistlerin ülkesi Ukrayna’dan mı söz etmeli? Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı yazmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden, ancak ortada Lenin heykeli bırakmayan, 1945 sonrası Sovyet zafer anıtlarının yazıtlarını değiştirecek kadar alçalmış, İskandinav ülkelerinin pazarına dönüşmüş Baltık üçlüsüne ne demeli? Ya kaçak otomobil ülkesi Gürcistan’ı ne yapmalı? Toplumsal yıkımın insan ölçeğindeki birkaç örneği bunlar. Bütün bu olumsuzluklara karşın, aynı ülkelerde mekân ve kent ölçeğindeki örnekler ise, bugün bile geleceğe ışık tutar nitelikte.

Sosyalizmin insan yaşamını nasıl etkilediğini anlamak için en iyi göstergenin mekânlar ve kentler olduğu varsayımı üzerinden gidersek, bir yanıyla oldukça sade, diğer yanıyla aynı nedenden dolayı oldukça çarpıcı sonuçlar çıkarılabilir. Çünkü her somut işlev mekânda gerçekleşir. İster kent olsun, ister kır, her somut edimin mutlaka mekânsal bir karşılığı vardır. Bundan dolayı da mekân ve kent, ekonomik altyapı ve yönetsel üstyapının izdüşümünde yer alır. Bir başka açıdan bakılacak olursa, özgün ve –diğer endüstriyel ürünlere göre– pahalı bir ürün olan yapı, çok uzun süre kullanmak üzere üretilir ve bundan dolayı da yapıların dönüşümü, diğer emtiaya göre çok daha uzun süreler alır. Yapıların, yapı adalarının, komşulukların ve bunların bileşimiyle oluşan kentler ise tekil bir yapıya göre çok daha yavaş, evrimsel bir dönüşüm geçirir: Bir diğer deyişle kütle arttıkça hız azalır. İşte tam da bu dönüşümün zaman almasından dolayı, eski Sovyet kentlerinden çıkarılacak çok fazla ders var. Önceki yazılarımızda sınıflı toplumların varlık zeminlerinin kentler olduğunu vurgulamış ve “kentlerin tarihi sınıf savaşımları tarihidir” demiştik. Bu tarihsel perspektifi koruyarak, sosyalizmin yaşandığı, dönüştürdüğü ve yeniden ürettiği kentlerin belirgin özelliklerini sıralayalım:

Bunlardan birincisi hiç kuşkusuz “kent planlaması”. İster yüzlerce yıllık geçmişi olsun, isterse yeni kurulan bir kent olsun, sosyalizm her yere planlama kültürünü taşımış ve yerleştirmiştir. “Eski kent” denilen tarihî kent merkezleri bütünüyle korunmuş, yeni kent, buna eklemlenmiştir. Üstelik kapitalizmin kara-propagandasında olduğu gibi “totaliter düzen işte, her yer birbirinin aynısı” denilebilecek bir durum hiçbir biçimde gerçekçi değildir. Oldukça sade ve bilimsel bir açıklamayla söylenecek olursa; her kent, topografya, coğrafi konum ve iklim verileri yönünden ayrı ve her yapı ürünü de bu çevresel verilere göre üretilen özgün bir ürün olduğundan, zaten aynılık durumu söz konusu olamaz. Söz gelimi Moskova, tarihi kent merkezi Moskova nehrinin geçtiği bir ovada kurulduğundan ve Sovyetler Birliği dönemindeki merkezi konumundan dolayı ışınsal bir kent kurgusu vardır. Ya da Leningrad’ın tarihi kent kurgusu Neva nehri ve onun uzantılarına göre biçimlenmiş, Sovyet yapılaşması da buna uyum göstermiştir. İki örnek yetmez denilecek olursa, 2’nci Emperyalist Paylaşım Savaşında neredeyse tamamı yok olan ancak savaş sonrasında tamamıyla yeniden inşa edilen Minsk’e bakalım. Tarihi kent merkezi Svisloç nehri kıyısında bulunan ve Moskova’ya benzer biçimde ova üzerinde kurulmuş olan Minsk, yapı adaları olabildiğince düzgün dikdörtgenlerden oluşmasına karşın, kenti çevreleyen iç ve dış daireler, kentin ışınsal doğrultuda gelişmesine olanak vermektedir. Her kent özgün bir karakterde olduğundan, bu örnekler saymakla bitmez. Onun için biz diğer ilkelere değinelim.

Sovyet kentlerinin ikinci en önemli özelliği için birçok kavramı bir arada kullanabiliriz. Bütünlüklü yaklaşım gereği, bunları bıçakla kesilmiş gibi ayırmak oldukça zor ancak “doğayla savaşmayan, doğayla uyum içerisinde devinen” dersek sanırız yanlış olmayacaktır. “İliç’in Lambası”nı ve Volkhovstroy örneğini okuyucularımız hatırlayacaktır, özellikle elektrik enerjisi konusunda Sovyetler Birliği’nin, çağının çok ilerisinde olduğunu görmek gerek. Sözgelimi, “elektrikli otobüs” diyebileceğimiz troleybüsü en yaygın kullanan ve bugün bile kullanmaya devam eden ülkeler, yine eski Sovyet ülkeleridir.

Üçüncü özellik için “yaya geçidinden gönül rahatlığıyla geçebilmek” demek belki de en doğru ve özlediğimiz anlatım olacaktır. “İnsana değer vermek”, işçi sınıfının egemen olduğu, toplumcu ülkelerin kentlerinde de en belirgin özelliktir. Sosyalizm bu kavramı net bir biçimde yaratmış ve yerleştirmiştir.

Daha o kadar çok verilecek örnek var ki…

Mahalle ölçeğindeki komşulukların her birinde mutlaka bir sağlık kuruluşu, kreş, spor salonu olmasından tutun da, her kentin merkezinde mutlaka ama mutlaka opera evi ve tiyatronun olmasına kadar, kentin her noktasında, bütün olanakların toplum yararına kullanıldığını görürsünüz. Üstelik bunun yansımaları da oldukça kolay okunabilmektedir: Dünyanın, müzikte sayılı bestecileri; sporda, bütün dallarda, hem bireysel hem takım sporlarında en başarılıları; bilimde çığır açan insanları, hep Sovyet ülkelerinden gelmektedir.

Ne yazık ki daha bitmedi.

Biricik yurdumuzda oturduğumuz evlerin çoğunluğunun bulunduğu apartmanlarımızı düşünelim. Kendi yapımızın ve komşu yapıların bir araya gelerek oluşturduğu yapı adalarının çok büyük bir bölümünde, her apartmanın, genişliği oranında bir “arka bahçe”si genellikle vardır. Bu arka bahçeler genellikle birbirlerinden duvarla ayrılır, giriş katta oturan komşularımız da bunları kullanır ya da kullanmaz. Ancak yine Sovyet ülkelerinde, hem toplumsal mülkiyet ilişkileri gereği, hem –yeme, içme, ev temizliği, çocuk bakımı, olağanüstü durumlarda güvenlik– gibi temel toplumsal işlevlerin de kolektif olarak çözülmesi gereğinden kaynaklı olarak, arka bahçe kavramı yoktur, bunun yerine “iç avlu” kavramı vardır. Bugün bile bu iç avlular benzer işlevler için kullanılabilmektedir. Temel işlevi “toplanma noktası” olan bu iç avlular, gereksinim duyulan her işleve uyarlanabilmektedirler. Kiminde kreş vardır, kiminde spor alanı, kiminde çardak, kiminde ise yalnızca park. Kapitalizmin küçük ve bireysel mülkiyet kavramının bütün verimsizliğine karşın, sosyalizm her zaman büyük ve toplumsal mülkiyetin verimliği üzerine temellenmiştir. Sovhozlar, Kolhozlar, bunun en güzel örnekleridir. Kolektif çiftlikler, hem tarımsal ürünlerin toplanıp işlendiği, hem de tarım emekçilerinin barındıkları yapıların olduğu yapı-bileşimleridir.

***

Anlaşılacağı üzere, “tarihin sonu” geldiğinden beri geriye yalnızca emperyalist-kapitalist sistemin zorbalıkla dayattığı insanlık-dışı bir yaşam ve onun bileşenleri kaldı. Ancak, sosyalizmin yaşandığı ve evrimsel gelişimleri nedeniyle dönüşümleri çok uzun zaman alacak olan bu kentler; planlamadan yapıların işlevlerine ve mekânların kullanımına, doğayla uyumlu olmaktan insana duyulan saygıya, her yönüyle bugün bile sosyalizmin izlerini açıklıkla taşıyor ve emeğin egemen olduğu bir dünyaya giden yolda bize büyük ipuçları veriyor.

Tarihin sonu geldiğinden beri, yeni yazılacak bir tarih bizleri bekliyor.