İşçi sınıfının kırılmaz kalemi; Orhan Kemal 104 yaşında…

Orhan Kemal, Niğde’deki askerliği esnasında, komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla 5 yıl hapse mahkum olmuştu

İşçi sınıfının kırılmaz kalemi; Orhan Kemal 104 yaşında…

Ali Akif Ece

“Bir gün Eleni’ye ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginler utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver’ dedi. Bendeki ilk sosyal uyanış da galiba bu Rum kızı ile başladı.”

Takvim yaprakları Eylül 1914’ü gösterirken Çukurova’da kurak rüzgârlar yeni bitmiş afilli zambakların vakti gelmişse de memleket hâlâ kan mevsimindedir. Zaman, savaşın pençesinde ilerlemeye devam ederken Abdulkadir Kemali Beyin oğlu Raşit, ana rahminden girer hayat denilen kavgaya. Babası iflah olmaz bir muhalif, çok iyi bir hukukçudur Raşit’in. O zamanlar (1924) anayasaya soktuğu “Masuniyet-i Şahsiye” yasası bugün hâlâ incelenmekte ve tam karşılamasa da bireyin dokunulmazlığı paralelinde bir anlam temin etmektedir. Milletvekilliği görevinde arzuladığı kitleselleşmeyi yakalayamayan Kemali Bey, daha sonra bir Fırka ve gazete kurar. Fakat bugün olduğu gibi dönemin demokratik yetersizliklerine yenilir, yargılanır ve Beyrut’a “gönüllü sürgüne” gider. Okulda tutunamayan Raşit’i babası kendi evinde eğitir. Bu sırada bir lokanta işleten Kemali Bey’in bulaşıkçısı da garsonu da Raşit olur. İşte “Baba Evi” günleri böyle geçip gider ve Raşit yirmili yaşların başında memleketi Adana’ya döner. O yıllarda genç cumhuriyet büyümüş fakat işler emekçiler nezdinde çok farklılaşmamıştır. Genç Raşit bir zaman sonra çırçır fabrikasında işe girdiğinde hayatının kırılma anlarından birini yaşayacağından habersizdir…

Çok geçmeden alışır yeni hayatına Raşit. Mesai aralarında dostu Ömer ile vakit geçirir, paydos olduğunda kendisi de bir işçi olan Nuriye Hanımla göz göze gelmek için uğraşır. Babası politikacı olsa da o yıllara kadar Raşit memleket meselelerine pek uzaktır. Günler geçtikçe Ömer ve diğer TKP’li işçilerle samimi olmaya başlar. Eline ne geçse okuyan Raşit, çalışkan bir işçi olmasının yanında çok iyi bir gözlemcidir. Günler ayları aylar yılları kovalar, Raşit artık yaşamı ve doğayı daha iyi kavrayan, hayatın tüm dinamiklerinin farkına varan bir genç adamdır ve artık “Avare Yıllar” sona ermiştir. Birkaç zaman sonra partiye örgütlenen Raşit muradına ermiş Nuriye Hanım’la da evlenmiştir. Askerlik de kapısını çalınca bavulunu hazırlayıp Niğde’nin yolunu tutar.

Yanına birkaç parça eşyanın dışında Gorki ve Nâzım’ın gazete küpürlerine yazılmış şiir, nesir ve notlarını alır. Nöbetten nöbete yaptığı okumalar orada geçirdiği en değerli zamanlardır. Ta ki bir çarşı izninde yayımlarını sivil polislere kaptırana kadar… Yapılan aramada tüm yayınları ele geçirilen Raşit temiz bir sopasını yedikten sonra mahkemeye çıkartılır. Mahkeme Raşit’i Gorki ve Nâzım okuduğu gerekçesiyle suçlu bulur, “yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik” suçundan beş yıl hapis cezası alır.

O zamanlar memlekette kara saban biçilir; gazeteler mumlu kâğıtlara, sevdalar pütürlü yahut mat tuğlalı duvarlara kıpkırmızı boyalarla yazılırken, mahpuslar için zaman duvar diplerinden geçen karıncalar misalidir. Öylesine usul öylesine tükenmez olur ki tan vaktinde dahi çıkmaz yüreklerin sesleri… Bu tutsaklık Raşit’i acının ve açlığın pençesine sürüklerken bir yandan da içsel bir yolculuğa götürür. Bu yolculuğun sonunda kalemi eline alır, burada yazar “Duvarlar”ı. Buradaki okur yazar ve eğitimli kimliği işine yarayacak ve bir buçuk yılın sonunda Bursa’ya sürüldüğünde yaşadıkları hayatına yön verecektir.

1940 senesi kışı idi. O zaman harp çıkar ve büyüyerek devam eder. Fakat henüz yalnız batıdadır. Raşit hapishane kaleminde evraklar ile uğraşır. Amiri olan hapishane kâtibi postadan yeni gelmiş resmi evraka bakarken. “Ooo” der,

“Gözün aydın üstadın geliyormuş.”

“Üstad da kim?”

“Hadi hadi numara yapma, canım Nâzım Hikmet işte. Senin üstadın sayılmaz mı?”

İnanamaz Raşit. Elinde tuttuğu müzekkereyi uzatır; “14 Mayıs 1966 tarihinde bitecek olan ceza süresini doldurmak üzere tutuklu Nâzım Hikmet idarenizde bulunan cezaevine naklen gönderiliyor.” O an Raşit’e hapishane bahçesinde dikilmiş zambakların yeşil yaprakları üzerindeki karlar erimiş gibi, umumi afla serbest bırakılmış cezasının bitmesine kadar olan yıllar birden tükenmiş gibi gelir. Herkes gibi Raşit de Komünist Şair’e hayrandır. Herkes gibi kendini bilmeden onu seviyordur. Muazzam koca şair…

İdareden usulcacık çıkar. Hapishanede şiir yazan, kendilerini şair sanan üç kişilerdir; Necati, İzzet ve Raşit. Fakat birinci Raşit’tir. Ne de olsa yazdıkları ara sıra da olsa basılır. Koşmamak için kendini zor tutar. Necati’nin koğuşuna gider. Necati Nâzım’ı İstanbul Tevkifhanesinden tanıyordur. Nâzım’ın geleceğini duyar duymaz Necati bir çocuk gibi ellerini çırpmaya sıçrayıp hoplamaya başlar;

“Yaşasın!”

Sonra da bir an duraksayıp “Aman!” der, “Sakın ha şiirmiş soruymuş canını sıkmayın. Bundan hiç hoşlanmaz, pılısını pırtısını toplar başka koğuşa gider. İzzete de tembih et.” İki saat geçmeden bütün hapishane öğrenmişti; Nâzım’ı getiriyorlar. Aradan birkaç hafta geçer, yine böyle kurşuni sisli bir sabah evrak karıştırıp pencereden karla örtülü yeşil zambak yapraklarına bakarken Raşit, Necati nefes nefese kaleme geldi: “Nâzım Hikmet’i az önce getirdiler!” Raşit elinden kalemini düşürüverir, “Müdürün yanına soktular, ona senden bahsettim gel şimdi neredeyse avluya çıkaracaklar.” Bunları nefesi kesilerek bağırıyordu. Raşit’in elini kaparak neredeyse çekmeye başladı. O kadar heyecanlanır ki başı döner. Onu; Benerci, Jökond, Bedrettin destanlarını yazan insanı, komünist Nâzım’ı şimdi görecektir! Kapı açılır, gülümseyerek çıkar Nâzım Usta. Göz göze gelirler. Mavi gözlerinde, gülümsemesinde tertemiz apaçık çocuksu bir şey vardır. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşünürmüş gibi duraklar, sonra Necati’yi görür. Ona doğru gitmek ister, fakat Necati Nâzım’a doğru koşarak Raşit’i takdim eder. Nâzım askerce topuklarını birleştirerek ve yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalışarak kendini takdim etti:

“Ben Nâzım Hikmet!”

Güneş girmeyen koğuşlarda, tecrit altında yaşam mücadelesi veren insanların, birçoğunun ertesi güne uyanmak için bir sebebi yoktur. Haklıdırlar da kendilerince fakat en kara kuyunun içerisinde bile bir ışık göze çarpar, dikkat çeker ve yayılır. Bu iki büyük kalemin yoldaşları dışarda, kendileri içerde karanlığa karşı aydınlanmanın mücadelesini verirler birlikte zaman geçirdikçe. Raşit, ustasından felsefe, Fransızca ve siyaset dersleri alır. Nâzım Usta, Raşit’i şiirden ziyade nesir yazması konusunda da ikna eder. Hayatı boyunca iktisattan sosyolojiye, felsefeden pozitif bilimlere eline ne geçse okuyan Raşit’in düz yazı ve roman konusunda donanımlı bir alt yapısı mevcuttur. 1942 Eylül’ünün sonları bir hikâye dökülür Raşit’in daktilosundan “Asma Çubuğu” koyar hikâyenin adını ama gel gelelim artık sansür kurulu pek rahat vermiyordur Raşit Kemali ismine. Çocuk ruhunu o günlere dek koruyan Raşit, hikâyeye imzasını “Bacaksız Orhan” olarak atar…

Birkaç ay sonra Kemal Sülker’den bir mektup alır Raşit, “Yürüyüş” dergisi için bir hikâye istiyordur. Hemen daha önce yazdığı bir hikâyesini Kemal Bey’e postalar, hikâye çıkar çıkmasına ama hikâyenin altındaki imza Raşit Kemali değil “ORHAN KEMAL” dir. Hemen Kemal’e bir mektup yazıp durumu sorar, sıkıyönetim olduğunu ve isminin geçmesi sonucunda başına bela alacağını öğrenen Raşit, Kemal Bey’e mektubunda şöyle der: “Eşe dosta söyleyin, bundan sonra adım Orhan Kemal’dir!”

1943’te Orhan Kemal’in cezası biter, dostlar yoldaşlar için veda zamanı gelir ama öyledir ki aslında her veda zamansızdır. O günleri Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e olan mektubunda şöyle anlatır ; “Raşit çıkıyor. Elbette seviniyorum, hem de çok. Fakat içime ayrılığın hüznü düştü ondan bir insan, bir arkadaş, bir meslektaş olarak hiç şikâyetim olmadı. Ona ne kadar alışıp ne kadar sevdiğimi şimdi daha iyi anlıyorum…”

Orhan Kemal ise 26 Eylül’de ayrılmadan önce ustasına şu satırları bırakır;

“Sen,

Promete’nin çığlıklarını

Kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam

Sen benim mavi gözlü arkadaşım

Kabil değil unutmam seni.

26 Eylül 1943

Seni yapayalnız bırakıp hapishanede

Bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken

Koşacağım memlekete…”