Halime Kökçe'ye ne oldu: Yüzleşiriz hesap gününde...

Kabataş Yaşancısı Halime Kökçe, Karadeniz'deki sel felaketlerinin ardından bir kez daha ortaya çıkan kentlerdeki yağma sorununa ilişkin 'uyarı'da bulundu.

Halime Kökçe'ye ne oldu: Yüzleşiriz hesap gününde...

Haziran Direnişi günlerinde ortaya atılan “Geziciler Kabataş’ta türbanlı kadını dövdüler” yalanının medyadaki organizatörlerinden olan Star yazarı Halime Kökçe, Doğu Karadeniz illerinde yaşanan sel felaketlerine ilişkin kaleme aldığı köşe yazısında ‘çevreci’ rolüne büründü.

“Doğaya ve şehirlerimize altın yumurtlayan tavuk nazarıyla bakmaktan vazgeçmek durumundayız” diyen Kökçe, AKP’nin sermayenin sınırsız kâr ve rant hırsı için kentleri beton armeye boğan politikalarına isyan olarak doğan Gezi’yi bir yandan haklı çıkarırken, diğer yandan da “Mesele ağaç değil, siz daha anlamadınız mı?” sözü üzerinden o dönem AKP’nin hedef alınması nedeniyle “yapıcı eleştiriler”e kulak verilemediği yalanını öne sürdü.

Yazısında başta İstanbul olmak üzere kentlerin betona boğulmasına, gökdelenlere ve yaylalardaki yapılaşmaya tepki gösteren Kökçe, ‘yandaş dili’ ayarını da kaçırmamaya dikkat ederek, “Tüm Türkiye’de, özellikle İstanbul’da en çok ağaçlandırma yapanın AK Partili belediyeler olmasına rağmen eksiklik nerede? Tarihi mirasın ihyası ve tarihi eserlerin restorasyonunda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yapılandan daha fazlasının Ak Parti döneminde yapılmış olmasına rağmen yanlış nerede?” sorularıyla kendince ‘özeleştiri’ yaptı. “Eşsiz doğamızı katledersek şayet neşesiz, kaba, zevksiz bir hayata mahkum oluruz.” diyen Kökçe, “Üstelik gelecek nesillerin hakkını tüketmiş olmanın vebaliyle yüzleşiriz hesap gününde…” diyerek yerel seçim için de uyarıda bulundu.

Yıllardır yandaş medyada kalem oynatıp, hükümetin ateşli savunuculuğunu yapan Kökçe’nin AKP iktidarını tescilli beton aşkından 16 yıl sonra vazgeçirmeye çağırması, elbette rol çalmaktan öte bir yan taşımıyor.

Kökçe’nin yazısında o bölümler şöyle:

“Gezi vandalizminin “Mesele ağaç değil, siz daha anlamadınız mı?” sözü, yeşilin, ağacın ve çevre duyarlılığının hükümet düşürme ve ülkeyi istikrarsızlaştırmaya bahane edildiğinin itirafıydı adeta. Öyle bir ortam oluştu ki söz konusu alanlarda oluşturulan yıkıcı dil ve muhalefet, yapıcı eleştirinin de önünü kesti. Türkiye’ye karşı kurulan ittifakın ve açılan savaşın da başlangıcıydı o günler.

O gün bugündür başımıza gelmedik kalmadı. Önümüze çevre ve kent politikalarıyla ilgili ödev koyan hadiseler bile bir takım örgütlü yapılar tarafından maniple edildi.

Fakat artık bu konuları kimsenin ne için kullandığına bakmaksızın masaya yatırmanın zamanıdır. Rize’de yaşanan sel felaketinin ya da İstanbul’da çöken istinat duvarlarının önümüze koyduğu, insanın insana ettiğini gösteren gerçek faturalar… Ya da İstanbul’un artık iklimine tesir eden cam giydirme gökdelenler, bitmeyen beton aşkı, yaylalardaki akıl almaz yapılaşma vs…

En son dere yatağına dikilen bir çirkin bina üzerinden gündeme geldi mevzu. Maalesef onlardan o kadar çok var ki. Binayı yapana mı, onun o kazulet görüntüsünden rahatsız olmayana mı, yapılmasına izin verene mi, ya da göz yumana mı laf edeceğiz?

***

Başkan Erdoğan’ın seçimden önce sözünü verdiği ve yüz günlük program kapsamında tekrar ettiği millet bahçelerinin seçimin en çok heyecan uyandıran vaadi olması bile şehir, çevre politikalarında önemli bir eksikliğe işaret ediyor. Peki, tüm Türkiye’de, özellikle İstanbul’da en çok ağaçlandırma yapanın AK Partili belediyeler olmasına rağmen eksiklik nerede? Tarihi mirasın ihyası ve tarihi eserlerin restorasyonunda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yapılandan daha fazlasının Ak Parti döneminde yapılmış olmasına rağmen yanlış nerede? Üzerinde düşünmeyi gerektiren yol gösterici sorular bunlar.

***

Doğru kavramları kullanmak, meseleleri doğru teşhis etmenin ve çözüm üretmenin de anahtarı. Eğitimci-yazar Erol Erdoğan’ın dikkat çektiği gibi Ayder Yaylası’ndaki doğa katliamına ve yapılaşmaya dur diyeceksek bunu “kentsel dönüşüm” adı altında yapmamalıyız, mesela…

Sokağı, mahalleyi ortadan kaldıran yüksek katlı sitelerin komşuluğu da ortadan kaldırdığını, komşuluk yapamayan insanlar güruhunun giderek millet olma vasfını da yitireceğini hesaba katarak eğilmeliyiz bu konulara.

Doğaya ve şehirlerimize altın yumurtlayan tavuk nazarıyla bakmaktan vazgeçmek durumundayız. Altının kaynağına biran evvel erişmek adına şehirlerimizi ve dünyanın en güzel coğrafyasında olmamızdan kaynaklı eşsiz doğamızı katledersek şayet neşesiz, kaba, zevksiz bir hayata mahkum oluruz. Üstelik gelecek nesillerin hakkını tüketmiş olmanın vebaliyle yüzleşiriz hesap gününde…”