Emperyalizm ve eğitim

Toplumsal süreçler iki konuda derin çaresizlikle maluldür. Birincisi toplumsal düşünce ve davranış kodlarının başat üretim ilişkisi ideolojisi ile kuşatılmışlık bağlamında şekillenmesi, ikincisi ise çok düşük düzeyde oluşan toplum bilincinin oluşum ve etkileşimleri algılama ve çözümleme yeteneğinin çok yetersiz olması ya da çoğu durumda bulunmamasıdır.

Son yazıda emperyalizm konusundaki genel açıklamaları bitirirken, emperyalizm tartışmalarında eğitimin ve eğitim kurumlarının yerinin ve öneminin de fevkalade güçlü olduğunu ve bu nedenle ihmal edilmemesi gerektiğini belirterek, bu haftanın konusuna işaret etmiştim. MCKinsey konusunu kaplayan sisler dağılmadan konuşulmasının iletişim etiği açısından sakıncalı olabileceği endişesiyle tüm önemine rağmen o konuyu bırakıp, son yazıda saptamış olduğumuz konu üzerinde yoğunlaşabiliriz.

Tartışmalarda kavramların içeriği ve hangi olgu ya da olguları kapsadığı, hangilerini dışladığı konusunda, böyle bir yazı boyutunda da olsa genel bir fikir birliğine kavuşmamız, anlaşabilmemiz açısından elzemdir. O zaman önce “talebe” ve “öğrenci” kavramları üzerinde kısaca duralım. Derhal kestirmeden söyleyebileceğim şudur ki, her insan yaşam boyunca, kendi kapasitesinde, öğrencidir. Zira yaşam boyu her olaydan ya da her sohbetten bir şeyler öğrenen bir insan geniş anlamda öğrencidir. Öte yandan bir insanın bir eğitim kurumundan belirli sürede bir alanda eğitim alma talebi ise onu talebe yapar, ya da alışılmış söyleyişe uyulacaksa “dar anlamda öğrenci” yapar. Bu fark, tartışmamız açısından fevkalade önemlidir. Bunun nedeni, geniş anlamda öğrenciliğin sosyoloji alanında davranış kodlarımızı belirlemesi, dar anlamda öğrenciliğin ya da talebeliğin ise eğitimle genç kuşakların fikirsel yapılarına ideolojilerin örtülü olarak yerleştirilmesidir.

Tartışmada soyutlamamız gereken ikinci olgu ise, “emperyalizme karşı mücadele” ile “emperyalist devlet(ler)e karşı mücadele” tanımlamaları arasındaki farktır. Emperyalizme karşı mücadele sistemsel bir olgudur, sisteme karşı mücadeleyi ifade eder. Buna karşın, emperyalist devletlere karşı mücadele ise bir ülkeye emperyalist amaçla saldıran bir devlete ya da devletlere karşı mücadeleyi ifade eder. Aradaki fark şudur ki, emperyalist devlet(ler)e karşı mücadelede emperyalizme karşı mücadele ruhu yoksa mücadelede geçici başarı kazanılabilir, fakat koşullara bağlı olarak,  sonunda emperyalizme teslimiyet kaçınılmaz olabilir, aynen emperyalist işgalcilere karşı verilen veya verilmiş kurtuluş mücadelelerinin akıbetinde görüldüğü veya görülmesi mukadder olduğu üzere. Emperyalizme karşı gerçek mücadele sisteme karşı mücadele anlamını taşıdığından, sisteme karşı mücadelenin sistem içinde kalınarak yürütülmesi mantıken olanaklı değildir. Aklın yolu bir değildir, ama kapitalizmin kuralı tektir; kapitalist havuzda başat ekonomiler emperyalisttir, diğerleri ise emperyalizmin etkisindedir.

Böylece netleştikten sonra, emperyalizme karşı mücadelede geniş anlamda öğrenci niteliğindeki tüm halkın ve bireysel olarak talebelerin nasıl baskı altında tutulduğunu, bu baskıda sosyolojik ve eğitsel kurumların yeri ve rolünü kısaca tartışabiliriz. Fazla benimsemediğim halde, burada amaca hizmet edeceği düşüncesi ile bir fizikçiden, Mark Buchanan’dan mealen kısa bir alıntı yapmak istiyorum. Buchanan’a göre, gerek 2008 krizi gerekse krizi izleyen derin çöküşün yansıttığı şekliyle, ana dokusundaki yanlışların işaret ettiği üzere iktisat bilim alanı krizdedir. Başka bir ünlü fizikçi, Albert Einstein de yıllar önce yayınlamış olduğu “Niçin Sosyalizm” makalesinde, sermayenin mahdut ellerde toplandığını, sonuçta özel sermayenin oligarşik yapı oluşturarak politik partileri desteklediğini ve toplumun geniş kesiminin korunamadığını, medya araçlarının sermayenin emrine girdiğini vb gibi nedenlerle liberalizm ve demokrasinin hayal olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle konunun iktisat öğretisi üzerinde yoğunlaşması rastlantısal değildir. Sebep, toplumsal kurumların ve işleyişin alt-yapıyı oluşturan üretim süreci üzerinde yükseliyor olması, alt-yapının niteliğinin ve etkilerinin incelenmesinin ise iktisat alanının konusu olmasıdır. Hal böyle olunca tam bir açmaz ile karşı karşıyayız; üretim süreci üst-yapıyı belirlerken, eğitimi ve bu arada, maalesef, iktisat öğretisini de belirlemektedir. Kısacası, bir yandan iktisat öğretisinin talebeleri ideolojik ışınlamaya tabi tutması, diğer yandan da alt-yapı üzerinde yükselen sosyolojik dokunun oluşturduğu bireysel ya da toplumsal davranış normlarımız, tüm olumsuzluk ve yanlışlarına rağmen alt-yapıya inmemiz engelleniyor. Süreç, salt alt-yapının anlaşılmasının engellenmesinden de ibaret olmayıp, kendi çöküşüne doğru yol alan sistemin yaşam süresinin uzatılmasına da hizmet ederek, sistemi sonlandırabilecek hızlandırıcı davranışlara da ket vurmaktadır.

Toplumsal süreçler iki konuda derin çaresizlikle maluldür. Birincisi toplumsal düşünce ve davranış kodlarının başat üretim ilişkisi ideolojisi ile kuşatılmışlık bağlamında şekillenmesi, ikincisi ise çok düşük düzeyde oluşan toplum bilincinin oluşum ve etkileşimleri algılama ve çözümleme yeteneğinin çok yetersiz olması ya da çoğu durumda bulunmamasıdır. Medya ve sermaye ajanı konumundaki politik yapının ideolojik ve baskı aygıtlarını da modele ithal ettiğimizde ne Marksist anlamda emekçilerin kalkışı, ne de Veblen vari teknisyenlerin yönetimi ele geçme çabaları amacına ulaşabilir. Bu bir umutsuzluk değil, durum saptamasıdır. Diyalektik mantık, olgunlaşma dönemini beklemenin zorunluluğu altında, bunun aşılabileceğini göstermektedir. Sosyolojinin dinamiğini ve toplumsal şekillendirme yöntemlerinin analizini sosyoloji meslektaşlarıma bırakmadan önce, toplumsal yargıların oluşumunda önemli işlevi olan ve sıkça kullanılan anket yönteminin toplumsal ideoloji ve davranışları yeniden üretmedeki ve güçlendirmedeki rolünün de ihmal edilmemesi gerektiğini belirtmede yarar görmekteyim.

İktisat öğretisi alanına geçtiğimizde, bilim ile totoloji arasında ayırım yapmanın gerekliliği derhal karşımıza çıkmaktadır. Ünlü bir iktisatçı olan Mark Blaug yöntembilim üzerine yazdıklarında iktisatçıların bilim yapma adına yanlışlanabilir faraziyeler ortaya koymaya yeltenmelerine rağmen, tarih boyunca yaptıklarının totoloji olmanın ötesine geçemediğini ifade eder. Bu acı gerçeğe tek istisna olarak Marks ve Marksizm görülür. Ana-akım iktisat öğretisi ile Marksizm arasındaki çok temel fark yöntemsel analiz ve nedensellik sorgulamasıdır. Tarihsel süreci dikkate almadan, her dönem için geçerli imiş gibi açıklayıcı bilgi şeklinde verilen iktisat eğitimi, tarihi geri plana atarken, mücadeleleri de görmezden gelerek, hafızalarda toplumsal sükûnete zemin hazırlar. Nitekim sosyolog Marshall ile birlikte iktisatçı Marshall da toplumsal sınıf kavramını kabul etmekle beraber, bireylerin vatandaşlık potasında aynı amaca yönelik davranışlar sergilediklerini, nedensellik çözümlemesine girmeden, kafalara zer etmekten çekinmemişlerdir.

Ana-akım iktisat öğretisinin temel varsayımı olan “rasyonel insan”, teorinin geliştirilmesinde rasyonel sermayenin kârını ençoklaştırma dürtüsü ile işlenir. Kâr ile ücretin birbirini dışlayıcı karşıtlıkları o denli göz ardı edilir ki, yarım yüzyıla yaklaşan meslek yaşamımda öğrencilerle ciddi ihtilafa düşmüşümdür. Şöyle ki, öğrencilere sermaye sahibi olmayacaklarına göre, niçin biz hocalardan kârın en çoklaştırılması tezi yerine, ücretin en çoklaştırılması tezini işlememizi istemediklerini sorduğumda, yanıt alamadığım gibi, aynı minval üzere anlatılanları harıl harıl yazdıklarına tanık olmuşumdur; bilimsel görüntüde pekiştirilen patolojik davranış kalıbı! Teoride insandan ve toplumdan uzak saptanan aletlerle yabancılaştırılan iktisat öğretisi “otistik” yapı şeklinde bilim sıfatı ile yaftalanmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, emek piyasasında işsizliği önlemenin yolu sendikasızlaştırma şeklindeki bilimsel görüntüye bürünebilmektedir ya da işsizliğe “doğal işsizlik” sıfatı uygun görülebilmektedir. Bunun çok tipik örneğini küresel kirlenme ve alınabilecek önlemler konusunda araştırma ile görevlendirilen iki akademisyenden birinin insani faktörleri dikkate alması, ikincisinin ise salt mekanik yaklaşıma sadık kalması ile farklı sonuçlara varabilmeleri oluşturur. İnsani bir bilim alanı olan ekonomide salt mekanizasyon ve aşırı niceleyici yönteme yönelme, genel halkın ileri sürülenleri anlamasına engel olduğu gibi, insani savlarla ortaya çıkan akademisyenlerin de bilimsel olmama itirazları ile karşılaşabilmelerine yol açabilmektedir. Daha da ileri gidersek, kapitalizmin işleyişinin net anlatımına hizmet eden Marksizm hemen hiçbir üniversitede yer bulamaması, güçlü sermayenin açığının farş edilmesi korkusundan başka bir şey değildir.

Çok sayıda örneklerle uzatılabilecek bu konu Marksist teori ile tutarlıdır; bilim ve iktisat öğretisi üst-yapı kurumu ve öğretisi olarak üretim sürecinin ideolojik baskısı altındadır, onu yeniden üretir ve topluma yayar. Aynı şekilde hukuk, sosyoloji, hatta psikoloji gibi alanlar da ceberut sermaye baskısından doğrudan etkilenebilmektedir. Doğal ve biyolojik bilimler ise, sermaye ideolojinin etkisinde yönlendirilebilmekte, gelişme hız ve süreleri denetlenebilmektedir. Görülüyor ki, sermaye ideolojisi ahtapotun kolları gibi tüm alanları çevrelemekte ve denetlemektedir. Koruyucu sağlık yerine tedavi edici sağlığın geliştirilmesi bu konuda çok tipik bir örnektir.

Bilimsel görüntülü alanlar uluslararası emperyalizmin de emrindedir. Özellikle sosyal bilimlerde ileri ülkelerde üretilmiş ve kendi sorunlarına kapitalist sistemde çözüme yönelik önlemler, sorunlara hiçbir şekilde çözüm üretmediği halde gelişmekte olan ekonomilerde de kullanılabilmektedir. O kadar ki, gelişmiş ekonomilerin durgunluk sorununa çare olarak geliştirilmiş Keynesgil politikaları kabullenen gelişmekte olan ekonomiler, gelişme sorunları ile ilgilenen ve gelişmekte olan ekonomilerin bebek sanayi aşamasında gelişmişler dünyasına katılmasının nasıl bir felaket olabileceğini söylemiş olan Friedrich List’i tanınmamıştır bile.  Böylesi yabancılaşmış süreçte eğitimden geçmiş akademisyenlerinin kendi ülke sorunlarını çözümleyememeleri, elit sorununun çok ötesinde, çok ciddi dışlanma ve dışlamanın ürünüdür. Cilalı akademik süreçlerle gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler arasında etkili bir bağ kurularak, farklı yapıdaki ekonomiler arasında birincilerden ikincilere salt akademik alanda değil, ekonomik ve siyasi alanda da örtülü hâkimiyet sağlanabilmektedir. Bu ahvalde emperyalizm çözümlenememekte ve karşı çıkılamadığı gibi, hatta benimsenerek, toplumsal yaygınlığına hizmet edilebilmektedir. Küreselleşmeyi topluma emperyalizmin bir biçimi olarak değil de, medeniyetin bir aşaması olarak taktimi rastlantısal olmasa gerek.