Cumhuriyetin ilk yıllarında bilim

1933’de kurulan Elektrik İşleri Etüt Dairesi ve 1935’de kurulan Maden Tetkik Araştırma Enstitüsü bağımsız sanayileşmenin altyapısı için zorunluydu. Anımsanırsa Sovyetlerde de sanayileşme hamlesinin ilk adımları bu şekildeydi.

Bir önceki yazımda Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizme teslim oluşunun Truman Doktriniyle birlikte 1946’ya tarihlenebileceğini söylemiştim1. Sonrasında kimi arkadaşlarım “Türkiye’nin emperyalizme bağlı olmadığı bir dönem var mıydı ki?” sorusuyla yazıma pek de katılmadıklarını söylediler. Eleştirilerini sadece bir soru olarak algılayıp, yanıt verecek olursam;  evet böyle bir dönem olmuştu ya da, daha doğrusu, en azından böyle bir gayret vardı, özellikle bilim politikası açısından2:

Kemalist iktidar, ülkenin içinde bulunduğu şartları göz önünde bulundurarak toplumsal dönüşümün, ekonomik bağımsızlıkla sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu çok iyi biliyordu; ancak ekonomik ve toplumsal yönden kalkınmış bir ülke modern toplum yaşantısına geçebilirdi. Üretim odaklı bir sanayinin ülkede kurulmak ve geliştirilmek istenmesi de açıkça bilim ve teknolojideki yetkinleşmeyi gerekli kılmaktaydı. Özellikle bilimsel düşüncenin ve araştırma kaygısının topluma kazandırılması son derece önemliydi. Yani bilim politikası gerekiyordu.

Aslında bu amaca yönelik girişimler iktidara gelmeden önce başlamıştı. Cumhuriyeti kuran kadrolar gerçek anlamıyla iktidara gelebilmek için, dedim ya, bilime gereksinimleri olduğunun farkındaydılar. Henüz daha İkinci İnönü Savaşı devam ederken Ankara’da Birinci Muallimler Kongresi’ni topladılar. Düşünebiliyor musunuz, ortalık toz duman içerisinde, savaş sürüyor, Tekalif-i Vataniye kanunu çıkartılmış; iki çorabı olandan bir tanesi isteniyor, sıcak cepheyle Ankara arasında çok fazla bir mesafe yok ve öğretmenler eğitim sorunları tartışmak üzere toplanıyorlar! Çünkü Kemalistler çok iyi biliyorlardı ki, savaşı kazanıp iktidarı ele geçirseler bile gerekli dönüşümleri yapamazlarsa, sadece devirdikleri iktidarın bir kopyası olabilirlerdi.

Bugün ismi dahi geçmeyen hastalıklar cumhuriyetin ilk yıllarında salgın yapabiliyordu. Ustaca bir planlamayla (Verem Savaş, Sıtma Savaş gibi örgütlenmelerle) bu hastalıkların önü alındığı gibi, yurt çapında uygulanan aşı kampanyalarıyla da bir daha ortaya çıkmamaları sağlandı. O yıllarda kendi aşısını üreten az sayıdaki ülkeden biri oldu Türkiye. 1928’de kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü aşı üretiminin merkezindeydi.

Benzer biçimde 1920’lerden itibaren hemen her tür tarımsal ürün için araştırma merkezleri kuruldu. Bu merkezler bir yandan üretimi artırmak için gerekli önlemleri alırken, diğer yandan kitle eğitimi yapıyor, aynı zamanda da bilimsel araştırma merkezi olarak çalışıyordu.

1933’de kurulan Elektrik İşleri Etüt Dairesi ve 1935’de kurulanMaden Tetkik Araştırma Enstitüsü bağımsız sanayileşmenin altyapısı için zorunluydu. Anımsanırsa Sovyetlerde de sanayileşme hamlesinin ilk adımları bu şekildeydi. Zaten sonrasında Türkiye’de başlanan uçak üretimi, savunma sanayi, ray üretimi, tekstil, cam sanayindeki gelişmeler vd. hep dışa bağımlı olmayan, tümüyle kamusal üretimdi.

Bu arada, 1920-1923 yılları arasında arka arkaya çıkartılan yasalarla din ve dünya işlerinin (devlet işlerinin değil) ayrılması için radikal adımlar atıldı. Eğitim Birliği yasası çıkartıldı, tekke ve zaviyeler kapatıldı, ezan Türkçe okunmaya başlandı, Kuran Türkçeye çevrildi, okuma yazma seferberliği ilan edildi. Kısacası dinci gericiliğe karşı en büyük darbeler o zaman vuruldu. Sonuçta yasaklayarak değil, öğrencisizlikten dolayı ilahiyat fakültesi ve imam hatip benzeri kurumlar kapanmak zorunda kaldı.

1933’te üniversite reformu yapıldı ve İstanbul Üniversitesi dünyanın en önemli bilim merkezlerinden biri haline getirildi. Nazilerin toplama kampına attıkları Kantorowicz3 gibi dünyanın en önemli diş hekimi İstanbul Üniversitesine getirildi. Yine Margarete Schütte-Lihotzky4 gibi bir şehir plancısı hükümetin ısrarıyla Türkiye’ye getirildi ki daha sonra Avusturya Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi olmuştur. Dünyanın önde gelen bilim insanları, bilgi üretimi ve öğrenci eğitiminin yanı sıra Anadolu’nun çeşitli kentlerinde düzenli olarak halka açık konferanslarla (bilim haftaları) bilim anlattılar.

Galip Ata’nın yazdığı Darvin kitabı, Max Beer’in Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi gibi kitaplar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlandı.

Bu örnekler uzatılabilir ve ayrıntılandırılabilir. Dikkat ederseniz yukarıda verdiğim örneklerde bilim, eğitim, üretim üçlüsünün çok iyi kurulduğunu göreceksiniz; zaten bilim politikası denilen şey tam da budur. Ancak şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir: yapılanlar sadece Türkiye’de olan, eşi benzeri bulunmayan işler değildi. Tüm burjuva demokratik devrimleri veya girişimleri bu aşamaları geçirmişti veya en azından denemişti.

Neyse, öykünün sonunun kötü olduğunu söylemeye gerek yok. Ekonominin kamucu, bağımsız yönü tümüyle tasfiye edildi ve sosyal kazanımların da hepsi yok oldu. Sonuçta, Türkiye bugün inovasyon altyapısında dünyada 130., fen ve matematik eğitimi kalitesinde 103., bilimsel araştırma kurumları kalitesinde 89. sırada olan bir ülke oldu. Üstelik 141 ülke içerisinde. Nereden nereye?

1.http://gazetemanifesto.com/2018/izge-gunal-yazdi-truman-doktrininde-bilim-213748/

2.http://haber.sol.org.tr/yazarlar/izge-gunal/cumhuriyeti-bilim-acisindan-degerlendirmek-99510

3.http://haber.sol.org.tr/blog/bilimin-izleri/izge-gunal/alfred-kantorowicz-112635

4.http://haber.sol.org.tr/blog/bilimin-izleri/izge-gunal/istanbulda-komunist-bir-bilim-kadini-130311