Astana’dan Soçi’ye

Astana’dan Soçi’ye

30-09-2018 09:00

Son Tahran zirvesi ve Soçi zirvelerinde de İdlib’e Suriye rejiminin askeri müdahale hazırlığını sonlandırmak için Türkiye tarafı iki siyasi süreci, Astana ve Cenevre mutabakatlarını hatırlattı.

Nevzat Kalenderoğlu

Mevcut sıkışma ve artacak olası basınç ise Türkiye’nin üzerine aldığı görev, yetki ve sorumlulukların ağırlaşması anlamına gelecektir. Türkiye’nin “ateşkes” önerdiği militan unsurlara dönük kalkan olma çabası artık taşınabilir bir yük değildir.

Tahran Zirvesi ve ardından İdlib mutabakatı ile İdlib’in mevcut sınırlarının değişmeyeceği, Türkiye’nin 15 Ekim’e kadar 20 kilometrelik bölgedeki HTŞ ve diğer radikal grupların ve ağır silahlarının tasfiye edilmesi ve ılımlı muhaliflerin ve sivillerin bölgede yaşamaya devam etmesi kararlarında mutabık olundu.

İdlib, Astana sürecinde çatışmasızlık bölgesi ilan edilen dört bölgenin sonuncusu. Toplantılardan önceki “kimyasal silah kullanımı” oldubittisiyle müdahale çağrılarının yerini mutabakat sonrası sükûnet, sorumluluklar ve kısacık zaman diliminde silahsızlandırma programı aldı.

Astana anlaşmasında, Rusya, İran ve Türkiye imzaladıkları mutabakat sonucu, İdlib’in tamamı, Halep, Humus, Hama, Dera, Kuneytra ve Lazkiye illerinin kimi bölgeleri ile Şam’ın Doğu Guta bölgesinde “çatışmasızlık bölgeleri” oluşturulması konusunda anlaştılar.

Son Tahran zirvesi ve Soçi zirvelerinde de İdlib’e Suriye rejiminin askeri müdahale hazırlığını sonlandırmak için Türkiye tarafı iki siyasi süreci, Astana ve Cenevre mutabakatlarını hatırlattı. “Siyasi süreç” diye adlandırılan bu dönemeçlerde, Türkiye IŞİD ve PYD ile Suriye rejimini bir tutmaktan geri kalmazken, Avrasya merkezli görüşmelerinde ABD’nin PYD ile ilişkilerine, Avrupa merkezli seslenişlerinde ise oluşabilecek bir göç dalgasına ve kimyasal silah kullanıldığı iddialarına yer verdi. Avrupa’yı sürece müdahil olmaya çağıran Türkiye, İdlib’e bütünlüklü bir müdahaleden ziyade, terörist, halk ve ılımlı muhalefet ayrımına gitti. Teröristlerin ayırt edilememesi sorunu ise ortadaydı.

Astana… İmzaları yok sayan yalnızca ABD mi?

2017’nin hemen başında başlayan Astana görüşmeleri, Suriye’deki sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceği ve bu yüzden İran, Rusya ve Türkiye denetiminde ateşkese karar verilmesi mutabakatına evrildi.

Rakka ve Fırat Kalkanı Operasyonları sonrasında muhaliflerin Rusya garantörlüğünü kabul ederek ateşkes dilemelerinin ardından güncel haline kavuşan Astana mutabakatı, 4 bölgede çatışmasızlığı ve Rusya’nın garantörlüğünü kabul gördü. Bu durum muhalifler arasında yeniden derin bir çatlağa yol açtı. Özellikle Türkiye’nin İdlib sınırında Şam’ın Fethi Cephesi ile diğer muhalif gruplar arasında silahlı çatışmalar alevlendi.

Bu durum Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu ile de ilintiliydi; zira Astana’ya katılım ile başlayan iç tartışmalar, Fırat Kalkanı Operasyonu’nun başlaması ile operasyona katılan gruplar Halep’teki mevzilerini terk etmekle ve şehrin Şam yönetimine geçmesinin müsebbibi olmakla suçlanıyorlardı.

Fırat Kalkanı ve Astana Anlaşması

Astana anlaşmasına aykırı ilk büyük ihlal Türkiye’nin hamiliğini yaptığı ÖSO ile başladı. ÖSO, TSK’ya ait silah ve teçhizatla Hama cephesine katıldı. O dönem Suudilerin kışkırtması olarak yorumlansa da devam eden ÖSO-TSK ittifakı bu önermeyi yalanladı ve ÖSO’nun cepheye Türkiye’nin onayıyla gittiği ifşa oldu.

İkinci büyük ihlal, Suriye’nin güneyi ve Ürdün meselesi olarak ortaya çıktı. Türkiye bu bölge başta olmak üzere, uçuşa yasak bölge fikrine şiddetle karşı çıktı. Astana sürecinin kilitlenmesi pahasına yapılan bu karşı çıkış, Suriye’nin güneyindeki ateşkese Ürdün’ün dahlinin hem Türkiye hem de silahlı gruplar tarafından istenmesi formuyla yeniden karşımıza çıktı.

Üçüncüsü, Ekim 2017’de Türkiye’nin İdlib’te Astana kapsamında alınan gözetim rolüne rağmen, İdlib’e girerken HTŞ ile anlaşmalar yaptığı ortaya çıktı. Türkiye İdlib’e giren bu grupların TSK’ya bağlı olmadığını ancak Fırat Kalkanı’nda beraber olunan ÖSO bünyesindeki örgütler olduğunu duyursa da bölgeye giren TSK’ya HTŞ üyelerinin eskortluk etmesi tartışmalara yol açtı. Sonradan ortaya çıkacaktı ki TSK ve MİT’ten birer heyet HTŞ ile anlaşma sağladıktan sonra İdlib’e girişleri başlatmıştı.

Yine ÖSO’nun İdlib’e girişini reddeden HTŞ, yalnızca TSK’nın gözetimi şartıyla geri çekilmeyi kabul edecekti. HTŞ Türkiye’nin operasyonlarda yönettiği grupları hedef alırken, Türkiye ile karşı karşıya gelmemeye özel çaba gösterecekti. Zaten TSK olmaksızın ağırlığı Türkmen birliklerden oluşan ekibin HTŞ ile hesaplaşmaları mümkün olmayacaktı.

Türkiye’nin zor oyunu

Tahran’da Erdoğan’ın silahlı grupları kapsayan “ateşkes” maddesinin bildirgeye konma önermesi bir yana İdlib’in mevcut haliyle devam etmesi, Suriye rejiminin ilerleyişine bilimsel olarak aykırı bir durum teşkil ediyor. Mevcut sıkışma ve artacak olası basınç ise Türkiye’nin üzerine aldığı görev, yetki ve sorumlulukların ağırlaşması anlamına gelecektir. Türkiye’nin “ateşkes” önerdiği militan unsurlara dönük kalkan olma çabası artık taşınabilir bir yük değildir.

İran, Türkiye’nin ‘kanayan yarasını kaşırcasına’ ABD’yi ve Fırat’ın doğusundaki yapılanmayı hedef almaya devam ederken; Rusya El Kaide, Nusra ve türevlerinin kökünü kurutmak konusunda kararlı bir tutum içerisinde. Türkiye kendi muhalifleri ile Fırat’ın doğusu arasında bir tercihe zorlanıyor gibi gözükse de ‘müttefik ABD’nin varlığı çoğu kez yabana atılıyor.

Türkiye bir yandan ABD ile teması sürdürerek Fırat’ın doğusunda PYD’ye nasıl bir “özerklik” tanınacağını müzakere ederken, diğer yandan ÖSO başta olmak üzere suça bulaşmış müttefiklerinin ılımlılığını pazarlamaya ve Astana’da imzaladığı maddeler arasında sıkışarak yola devam etmektedir.

Soçi’deki görüşmelerin ardından “silah teslimini reddediyoruz, rejimi devirene kadar savaşa devam” diyen cihatçılar şimdiden kazan kaldırmışken ve Türkiye’nin derleyip toparladığı Ulusal Kurtuluş Cephesi “Türkiye’nin diplomatik zaferini takdir ediyoruz ancak Rusya’ya güvenmediğimizden ellerimiz tetikte kalacak ve silahımızı ve yerimizi terk etmeyeceğiz” açıklaması yaparken İdlib denklemi bir vadede öyle ya da böyle çözüldüğünde dahi SDG diye bir gerçekle yüzleşecek ve Türkiye’nin eli bu turda o kadar da rahat olmayacaktır.