Selen Korad Birkiye: Hayat kısa sanat uzun, hükümetler geçici sanat hep kalıcı

İstanbul Devlet Tiyatroları Dramaturgu Selen Korad Birkiye ile tiyatronun durumunu ve kendi mücadelesini konuştuk.

Selen Korad Birkiye: Hayat kısa sanat uzun, hükümetler geçici sanat hep kalıcı

Röportaj: Yasemin Yıldırım – Esra Yücel

Bir makale kaleme aldı, akademisyenlikten uzaklaştırıldı. İstanbul Devlet Tiyatroları Dramaturgu Selen Korad Birkiye ile tiyatronun denetimini, özgürlük alanlarını ve yaşadığı mobbinge karşı verdiği mücadeleyi konuştuk.

Öncelikli olarak tiyatroya adım atma serüveninizden bahseder misiniz?

Benim için uzun bir süreçti ve tuhaf yollardan gelerek oldu. Esasen babam Asuman Korad Devlet Tiyatroları başrejisörüydü dolayısıyla kendimi bildim bileli tiyatroyla iç içeydim. Ortaokul sonunda konservatuara girmeye karar verdim. O dönem ortaokul biter bitmez öğrenci alınıyordu fakat kanun değişti ve lise sonunda alınmaya başlandı. Lise son sınıfta oyunculuğa hazırlanıyordum Bu sırada üniversite sınavına girdim ve iki tercihte bulundum. Bunlar ODTÜ- psikoloji ve sosyoloji bölümleriydi ve sosyoloji bölümüne girdim. ODTÜ ‘ye girince böyle bir okulun bırakılması zor geldi tiyatroyu dahi gözüm görmedi. ODTÜ gibi bir okulun sizi beslemesi öyle bir bambaşka bir şey ki, o zamana kadar ben eğitimden yani verilen eğitimden hoşlanan bir insan değildim fakat burada okumak dünyanın en zevkli şeyiymiş dedim. Zaten sosyoloji benim çok sevdiğim bir alandı. Bu esnada tiyatro aklımın bir köşesindeydi fakat ODTÜ’den mezun olduğumda yaşım 21 olmuştu. O zamanlarda 21 yaşından sonra konservatuara giremiyordunuz ve bu nedenle konservatuarı kaçırdım. Daha sonra ODTÜ’de sosyoloji bölümünde Türk tiyatrosu üzerine tez yazıp yüksek lisans yapmaya başladım ardından Devlet Tiyatroları Basın Bürosu’nda işe başladım. Bu görevde yaklaşık on sene çalıştım. Ama benim esas amacım oyunculuk değil dramaturg olmaktı. Bir sene sahne amirliği yaptım. 2001 yılından beridir de dramaturg olarak çalışıyorum.

“İstanbul bazında on beş milyonu aşkın nüfusun yalnızca üç yüz bin kadarı tiyatroya gidiyor”

Genel olarak tiyatroya bakacak olursak, güncel seyirci profilini nasıl buluyorsunuz?

Hangi tiyatrodan bahsettiğinize göre değişen bir durum bu. Devlet tiyatrosunun yani ödenekli tiyatroların seyirci profili çok geniş ve genelde öğrenciler ve orta sınıf diye tabir edilen kişiler. Mesela daha avangart işlerin yapıldığı Üsküdar Tekel sahnesiyle Cevahir sahnemiz vardı bu ikisinin profili oldukça farklıdır. AKM varken oradaki sahneler arası seyirciler farklılık gösterirdi. Büyük salon seyircisi başkaydı yani daha büyük bir prodüksiyon görmeye gelen seyirciler oluyordu. Taksim sahnesi o zamanlar yolgeçen hanı gibiydi fakat şimdi merkezdeki sahneler olan AKM ve Taksim sahnesi gibi… Bizim şu anda en çok seyirci aldığımız sahneler Cevahirdekiler. Alışveriş merkezi içindeki seyirci çok iyi bir sirkülâsyon sağlıyor fakat bu kitle daha ziyade boş zaman etkinliği olarak geliyor tiyatrolara. Bu da kabul edilebilir bir şey çünkü İstanbul şartlarında insanların kendini tiyatroya gideceğim diye odaklaması ciddi bir zaman ve para problemi. Özel tiyatroları ise ikiye ayırıyoruz: Ticari tiyatrolar ve alternatif tiyatrolar… Bu tiyatrolar kendi içlerinde hitap ettikleri kitlenin sınıfsal yapısı, bilet fiyatları,oyun mekanları ve sanatsal tercihleri açısından farklılaşıyorlar.

Bir de alternatif tiyatrolar var. Alternatifler ticari ya da özel tiyatrolardan farklı olarak alışılmış çerçeve şeklindeki tiyatro sahnelerinin dışındaki mekanları sahneye çevirip çoğunlukla kendi metinlerini üretip, kısıtlı imkanlarla amatör bir ruhla profesyonel işler çıkartmaya çalışan topluluklar. Bunlar şu anda çok yayılmış vaziyette İstanbul’da ve bunların seyircisi on bini geçmez aynı on bin kişi sürekli bütün alternatif tiyatrolar arasında sirküle oluyor. Ödenekli tiyatrolara baktığınızda ise bir seyircinin iki ya da üç oyuna gittiğini varsayarsak, İstanbul bazında on beş milyonu aşkın nüfusun yalnızca üç yüz bin kadarı gidiyor tiyatroya. Bu da çok düşük bir oran oluyor.

Sizin de bahsettiğiniz gibi tiyatro toplumla iç içe ve yapılış gayesi de topluma yönelik, bu bağlamda eleştirel bir iş yaptığınızı düşünüyor musunuz ve yaptığınız işi nasıl tanımlıyorsunuz?

Yaptığım işi iki üç basamak içinde tanımlayabiliyorum. Bir tanesi masa başı dramaturjisi dediğimiz işi yaparlar yani gelen metinleri olabilecek en bilimsel kıstaslara göre niteliğini ortaya çıkaran raporlar yazarlar. Burada karar verici noktada olmuyoruz çünkü bizim tepemizde de bir kurul var. Bizimki teknik rapor özelliği taşıyor. Bir diğer yaptığımız iş sahnelemeyle metin arasında köprü kurmak dediğimiz prodüksiyon dramaturjisi yani elimizde oyunun metni var; biz bu metni alıyoruz rejisörle birlikte konuşup tartışıyoruz ve dolayısıyla metne dair bir bakış açısı oluşturuluyor. Bu bakış açısının sahnede nasıl yansıma bulacağı üzerine bir çalışma yapılıyor.Üçüncü olarak da tiyatronun repertuarının hazırlanmasına katkıda bulunmak, öneriler sunmak olarak özetlenebilir.

İnsanlar genel olarak kendilerine yakın bulduğu platformlarda olmayı tercih ediyor. Her sanat eseri herkese hitap etmek zorunda değil elbette ama sanatla iki farklı kutuptaki insanlara ulaşmanın bir yolu var mı?

Buna en iyi örnek Shakespeare biraz klasik bir örnek olacak ama Shakespeare oyunlarını sahnelerken o Globe tiyatrosu içerisinde aristokratlar, bilim adamları, entelektüeller, okumamış insanlar, işçiler katipler ve öğrencilerden oluşan bir ekibe sunuyordu dolayısıyla içinde aşk temaları kadınlar için, entelektüel konuşmalar daha entelektüel kişiler için, yine aynı oyun içerisindeki cinayet sahneleri, şiddeti seven okumamış kesim için sergileniyordu. Dolayısıyla aynı oyun içinde her sosyal sınıftan izleyiciye nasıl seslenileceği belirlenmiş oluyordu. Ama tabii ki çok avangart bir iş uyduruyorum, Post dramatik tiyatro dediğimiz bir tiyatro türü var metni hiyerarşik olarak çok alt sıraya yerleştiriyor göstergeler üstünden bazen gelişigüzel bazen de çok fazla gösterge yığılmasıyla ilerleyen bir tiyatro tarzı. Bunu genelde İstanbul’da festival seyircilerinin daha rağbet gösterdiği bir tiyatro tarzı içinde ele alabiliriz. Dünyaya da kitlelere yayılmış bir tiyatro değil çünkü bu tarz için bir kere anlam üretebiliyor olmanız gerekiyor aksi halde kendinizi yetersiz hissedebilirsiniz haliyle bu kadar avangart bir şeyi kitlere verebilmek kolay değil.

Tabii ki burada popülizm denen şeyin batağına düşmeden hem evrensel, hem güncel karşılığı olan oyunlar seçiyoruz. Ertuğrul Günay kültür bakanıyken genel müdürümüzü ve bizi siz halka inen tiyatro yapmıyorsunuz halktan kopuk iş yapıyorsunuz diyerek azarlamıştı. Eleştirdiği oyun ise Leenane’nin Güzellik Kraliçesi… 5 yıldır kapalı gişe giden bir oyundu. Yani popülist bir kültür dayatması yapmıştı. Herhalde halka dönük tiyatrodan murat ettiği sabah akşam Yedi Kocalı Hürmüz tadında oyunlar oynamamızdı.Oysa önemli olan halka nereden ve nasıl dokunduğudur. Yerli ya da yabancı, popülist ya da elitist olup olmadığı değil.

“Tiyatro suya sabuna dokunan bir şeydir ama suya sabuna dokunan bir şey olsun istenmiyor”

Tiyatro kendi alanını mı yaratır içinde bulunduğu şartlara göre mi şekillenir ve tiyatronun kendi çevresini etkilemesi durumuna nasıl bakıyorsunuz?

Karşılıklı birbirlerini etkiledikleri bir ilişki düzlemi içerisindedirler. Dolayısıyla iki taraf da birbirlerini sürekli etkilemeye çalışıyor hele bu tip otokratik idari yönetimler içerisinde başında bir “devlet” adının oluyor olması hükümet diye algılanıyor ve hükümetin tiyatrosu diye bakılıyor sizin bağımsız hareket etmemeniz için gereken her şey yapılıyor. Siyasi müdahale her zaman doğrudan dayatmayı değil, oto sansürü de devreye sokan dolaylı yöntemleri de içerebilmektedir. Aslında tiyatro nedir? Suya sabuna dokunan bir şeydir ama suya sabuna dokunan bir şey olsun istenmiyor. Toplumsal hassasiyet denilen, kimsenin tarif edemediği acayip bir alan var o hassasiyet nereye kadar uzanıyor bazen tahmin edemediğimiz hassasiyetler oluyor o kadar sorunlu bir kavram ki objektivitesi olmayan hiçbir kıstas oluşturulamayacak bir kavram. Bu mahalle baskısı dediğimiz şeyin direkt hükümetin kendisinden gelmesi şart değil. Bir örnek vereyim bundan üç beş sene evvel Çirkin adında bir oyun oynuyorduk çok da ilginç ve güzel bir içerikti kapitalist dünyanın insanları güzellik algısı içinden nasıl tüketime ve insanların içini boşaltan bir noktaya götürdüğünü ve insanlığın ahlakını nasıl yok ettiğini anlatan bir oyundu. Burada işte tam da bu dekadans durumu veren bir tipleme vardı zengin bir kadın ve onun oğlu her türlü değer yargılarını yitirmiş ahlaksızlığın dibine vurmuş bir tipti. Sahnede ensest gösterilerek halkın ahlakı bozuluyor denilerek sözde izleyici şikayeti ve yandaş bir gazetenin bunu haber yapmasıyla bakanlık ayağa kalktı.

Halbuki oyunda kapitalizmin insanları düşürdüğü ahlaksızlığın boyutu yansıtılıyordu ve iddia edilenin tam tersi anlatılıyordu. Dolayısıyla burada ne yapılıyor dışarıdan oluşturulan mahalle baskısı hükümete yansıtılarak sanatsal özgürlüğünüze müdahale ediliyor ve orada önemli olan ensest ilişki sahnelerinin var olup olmaması değil, birilerinin bunun var olduğunu iddia etmesi şuanda yaşadığımız toplumsal süreçte aynı sen şucusun, sen bucusun denilerek insanlar etiketlenerek ayrıştırılıyor. Bir taraftan hükümetin politikalarına baktığınızda ilk olarak çok özgürlükçü bir politika çizdi. Bizim tiyatromuz için de böyleydi hiçbir şekilde devlet tiyatrosu sahnelerinde yüzleşemediğimiz 6- 7 Eylül olayları gibi politik konuları biz repertuarımıza sokabildik, hatta enternasyonali bile söyledik sahnemizde ve arkasından gelen dönüşüm süreci içerisinde tiyatrodaki baskılar ve kısıtlamalar cinsel konulardan başlayarak siyasi konulara evrildi.

“Biz sonuna kadar özgürüz ama hiçbir şey yapamıyoruz”

Bununla alakalı olarak sanatın özgürlüğünü nasıl tanımlıyorsunuz? Bugünün ülke koşullarını göz önünde bulundurduğumuzda sanatın denetimi konusuna nasıl bakıyorsunuz?

Harika bir soru çünkü tam da geçen hafta Çanakkale’de sanatta güzeli aramak konulu bir sempozyumdaydım ve bir İranlı akademisyen İran’da son 100 yıldaki kostüm tarihi üzerinden kıyafetlerin nasıl değiştiğine dair bir sunum yaptı akabinde orada bulunan akademisyenler, ressamlar, heykeltraşlar ve sinemacılar ile İran sanatı tartışıldı.Karar verdiğimiz nokta şu oldu: İran’da bir sansür var mı? Evet, var. Bir denetleme var mı? Var. Fakat onlar bunun içinden kendilerini anlatabilecek sanat dili ortaya çıkararak direkt ya da dolaylı bir şekilde anlatıyorlar ama Türkiye’de sansür bakıldığı zaman yasal olarak yok. Biz sonuna kadar özgürüz ama hiçbir şey yapamıyoruz. İran gibi kendi sanatsal teatral yöntemimizi çıkaramıyoruz ve ortaya koyamıyoruz.

“Seyirci yönlendirilmesi gereken bir varlık değildir”

Tiyatronun özgürlük sınırlarını nasıl belirlerdiniz ya da bir sınır çizer miydiniz?

Ben kendi adıma sanatta sınır çizmezdim. Yani sanatçı arkadaşlarım da bana bu noktada itiraz edebilirler çizilmesi gerekir diye fakat ben sanatta sınır çizilmemesi gerekir diye düşünüyorum çünkü seyirci zaten neyi seçip seçmeyeceğine, neyi tüketip tüketmeyeceğine karar verebilir. Seyirci yönlendirilmesi gereken bir yaratık değildir. Ama niteliksel olarak kontrol gerekir. Örneğin çıplaklık gerekiyorsa ve niteliği yüksek bir ürün yapıyorsanız olmalı, fakat bu porno gibi sanatla alakası olmayan bir anlatımsa- ki pornonun tarifi son derece nettir- niteliksel bir kontrol gerektirip gerektirmediği tartışılabilir.

Nasıl bir kültürel politika öngörüyorsunuz? Var olan dönemde nasıl devam edeceğini düşünüyorsunuz?

2007’de ben bir makale yazmıştım “Hükümet Politikaları Nereye Gidiyor?” diye. Yazmış olduğum makalede, hükümetin yaptığı kimi uygulamalarla bize nasıl kısıtlamalar getireceğini öngören ifadeler kullanmıştım. Aradan geçen zamanlarda öngörülerimizin birebir çıktığı ve üstüne de öngöremeyeceğimiz şeylerin olduğu vakitler geldi. Bugün baktığımızda devletin sanatı desteklemeyeceği fikri, neoliberal politika ekseninde varolagelmiştir. Artı bu politikaların dini referanslı konservatif görüşle birleşimi dünyanın en korkunç yaratığına dönüşüyor. Dolayısıyla bu gelinen noktada, devletin mümkün olduğunca kendini ödenekler bağlamında küçültme noktasına gideceği ve kendini soyutlayacağı ortada zaten kendileri de söylediler devlet tiyatrosu olsun opera olsun birçok noktada kısıtlamalar olacak.

Bu noktada özel tiyatroların artışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özel tiyatrolardan çok alternatif tiyatroların artışından söz edebiliriz. Onlar hükümetten herhangi bir şey talep etmiyorlar ve kendi yağlarında kavruluyorlar zaten herhangi bir devlet yardımı alabilecekleri kıstaslara da uymuyorlar. Bu noktadan bakıldığında zaten orta ölçekli ve büyük ölçekli tiyatrolar gittikçe yok olmakta dolayısıyla geriye alternatif tiyatro dediğimiz tiyatro kalıyor. Bu bir taraftan Türkiye’deki tiyatro damarını tutacak akım olacak ama aynı zamanda ana akımlaşan bir şeyin kendi içinde kan kaybına uğramasına neden olacak. Yani protest ve ilerici yanını kaybetmeye başlayan bir olgu haline gelecek dolayısıyla her üç beş kişi bir oyun çıkardığında ne olacak? Konular sıradanlaşmaya başlayacak. Alternatif tiyatrolar anlamında hala gidebileceğimiz tiyatrolar var bu da kendi sınırlarına dayanmak üzere. Çok fazla ekonomik sıkıntı nedeniyle kendi üretimleri üzerinde duruyorlar, kendilerini her sezon tekrar etmek durumunda kalıyorlar bu da büyük ölçekli tiyatroların yok olmasına neden oluyor. Öte yandan da pek de devlet yardımına ve belediyelerden gelecek toplu satışlara bel bağlamayan küçük ve orta ölçekli kimi profesyonel özel tiyatroların ortaya çıkmaları oldukça sevindirici. Tiyatro anlamında kimileri çok korumacı olsa da, kimileri çok yenilikçi işler yapıyor. Bir taraftan profesyoneller alternatif tiyatrolardaki yarı profesyonel yapının da dışına çıkıyorlar ama bunlara para sağlayanlar aslında televizyonda meşhur olup kendi paralarını yatıran profesyonel oyuncular.

Tekrar size dönelim. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası akademisyenlikten uzaklaştırıldınız. Hemen ardından Şehir Tiyatroları’ndaki görevinizden emekliliğinizi istediniz ve şu an işinize devam ediyorsunuz. Bu süreçte neler yaşandı, anlatır mısınız?

Hemen hemen son beş, on seneye baktığımızda bütün devlet kurumları içindeki en büyük sorun mobbing… Bu mobbing aynı zamanda bir yıldırma, sindirme taktiğidir diyebiliriz rahatlıkla. Dolayısıyla atanan yöneticiler tarafından istenmeyen, muhalif olan ya da kendi görüşüne uymayan insanları sindirme, uzaklaştırma, emekliliğe gönderme, haklarında soruşturma açtırmak ya da doğru yanlış kimi ihbar mekanizmalarıyla harekete geçirilen KHK’larla göndermek için kullanılan bir yöntem haline geldi.

Şehir Tiyatroları’nda da pek çok arkadaşım bundan muzdarip ben de bunlardan bir tanesiydim. Benim esas hikâyem Yeni Akit’te 15 Temmuz darbe girişimi öncesinde LGBTİ yürüyüşünü desteklediğime dair çıkan ve çarpıtılarak eşcinselliğe teşvik ediyor şeklinde yayınlanan yazı ciddi manada başımı ağrıttı. Sosyal medya üzerinden hakarete varan boyutlarda tepkiler aldım ben de bunlara cevaben elbette tepkimi koydum. Bundan bir müddet sonra 15 Temmuz oldu hemen arkasından YÖK Başkanı yaklaşık on bin akademisyeni buradan temizleyeceğiz şeklinde bir açıklama yaptı. Açıklama sonrası ilk furya içinde YÖK’ten verilen listeler içinde İstanbul Aydın Üniversitesi’nden uzaklaştırıldığım haberini aldım. Hiçbir gerekçe olmadan listenin başında yer alıyordum. Aslına bakarsanız hepimiz sosyal medya silahşörüyüz. Bunun etkisi olmalı diye düşünüyorum ilaveten Yeni Akit faktörü var ki gazetenin referans veren kimin ne olduğunu ilan eden bir nitelik taşıdığını söylemek hiç yanlış olmaz.

O Dönem Mimar Sinan Üniversitesi öğretim görevlileri yanımda durdular ama İstanbul Aydın Üniversitesi’nden uzaklaştırıldım. Aynı dönem tiyatro içinde ben ve pek çok arkadaşım için mobbingler de çok yükselmişti birkaç ay sonra Yeni Akit’te yine bir haber çıktı. Daha önce çıkan haberle ortak noktası Devlet Tiyatrosu ve Mimar Sinan Üniversitesi hala bu elemanı burada tutabilir mi? minvalinde bir mesaj içeriyor olmasıydı. Bu bir hedef göstermeydi. Hatta haberde yazan devlet tiyatroları bu kişiye soruşturma açmıştır sözüne istinaden ertesi gün bana kurumumca soruşturma açıldı. Anladım ki burada biri veya birileri beni göndermek için gittikçe yoğunlaştırılan bir baskı yaratıyor. Zaten o dönemde mesleğimizi işimizi yapacağımız fırsat verilmiyordu ki bu da kurumdaki varlık sebebimi ortadan kaldırıyordu. Bir tecride alındık adeta insanların selam vermesinin bile engellendiği bir korku kültürü hakimdi. Bu süreç içinde ben de emekli olmaya karar verdim ve çok ilginç bir şekilde emekli olmama iki gün kala idare değişti. Gerçekten kafasında sanat dışında bir şey olmayan bir idare gelince geri dönme kararı aldım. Bu süreçte mesleğini seven insanlar için bunu yapamamanın ne büyük bir travma yaratacağını birebir yaşamıştım. Birçokları için fuzuli bir uğraş olan tiyatro ve iyice itibarsızlaştırılan akademisyenlik vasıflarım benim için geçim kaynağı olmanın ötesinde, kendimi gerçekleştirme alanımdı.

Ben KHK mağduru olmadım. Ama insanın işin yapamaz hale gelmesinin ya da kendisini bundan vazgeçme noktasında bulmasının, çalışma arkadaşları ve öğrencilerinden uzaklaşmak zorunda kalmasının ne demek olduğunu yakından yaşadım. Ben şanslıydım, en azından şimdilik tiyatroda mesleğimi hala yapabileceğime dair bir umudum var. Ya bu haklarını kaybeden bir sürü suçsuz insan? Bunun hesabını kim verecek? Bunca yok edilen yaşam ve umudun yerine konulması nasıl mümkün olacak? Toplumsal bir birliktelik ve uzlaşı sağlanmadığı sürece aydınlık bir gelecekten söz edebilir miyiz? O halde dayanışmanın ve adaletin takipçisi olmanın vakti çoktan gelmedi mi? Artık herkesin bu konuda sorumluluk üstlenmesi vaktinin geldiğini kabul etmesi gerekir.