Bir ortaklık öyküsü:

Bir ortaklık öyküsü: "Beraber yürüdük biz bu yollarda"

16-07-2017 11:07

Türkiye'de burjuva siyasetinde bugüne kadar görülmüş en büyük ortaklığa imza atan iki özne, Fethullah Gülen Cemaati ve AKP'de cisimleşen siyasi odağın geçmişlerine bakmak, bugünü anlamak için yeterli.

Neşe Deniz Babacan

Türkiye’de burjuva siyasetinde bugüne kadar görülmüş en büyük ortaklığa imza atan iki özne, Fethullah Gülen Cemaati ve AKP’de cisimleşen siyasi odağın geçmişlerine bakmak, bugünü anlamak için yeterli. Anti-komünizm, gericilik, piyasacılık, sermaye sınıfına bağlılık ve emperyalizm işbirlikçiliği bu iki öznenin temel karakteristik özellikleri arasında yer alıyor.

Siyasi uyuşmazlıklar bugünü anlamak için yeterli görülebilir mi?

Büyük iki düşman olarak gösterilen bu iki İslamcı öznenin tarihlerinde yaşananlara bugün tek yönlü bakıldığında yanlış değerlendirmelerin önü açılabilir. Şöyle ki, “Cemaat”in pragmatik ve her türlü siyasi iktidara uyum gösteren yapısı ile 28 Şubat’ta Milli Görüş hareketine büyük bir kazık atmasından hareketle, AKP ile FETÖ arasındaki ittifakın da köklerinin aslında çok sağlam olmadığı söylenir.

Objektif olarak doğru sayabileceğimiz bu durum, siyaset dünyasında ve sınıflar mücadelesinde bu kadar basit bir değerlendirmeye tabi tutulabilir mi? Bunun o kadar kolay olmadığını ifade etmek gerekiyor. Çünkü Türkiye kapitalizminin gerek ekonomik altyapısı, gerekse bunun üzerine inşa edilen kurumları, o kadar da basit bir şekilde değerlendirilemiyor.

1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesi ve yerine başkalaştırılmış bir rejim kurulması denilen olgu, bu işlemi yapan aktörlerin birbirleriyle büyük kavgalara tutuştukları zaman geri çevrilemiyor, bu açık olmalı. Dolayısıyla Türkiye siyasi tarihinde yer ala İslamcıların ve onların siyasi oluşumlarının bugün geldiği nokta, -kanlı bıçaklı olsalar da- kökleri ve arayışları itibariyle Türkiye’deki sömürü düzeni ve emperyalist sitemle uyumlu iki aktörün Türkiye’de emekçilere yaşattıklarına denk düşüyor.

Gerek Gülenciler, gerekse AKP’nin kökeni olan Milli Görüş, Türkiye tarihinde anti-komünist bir siyasal perspektifin, bölgede de ABD eliyle üretilen Yeşil Kuşak projesinin birer ürünü olarak çıktılar. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin tezgahlarından geçen bu İslamcı kadrolar, örgütlü yapılara doğru yol alırken, birinin radikal İslamcı, diğerinin ise ılımlı İslamcı olduğu söylenen akımlara dönüştüler.

Dolayısıyla öncelikle bunların sınıfsal duruş, sosyalizme düşmanlık ve kapitalizme büyük bir bağlılık ile harmanlandıklarını ifade etmek gerekiyor. İki unsurun pratiklerini ele aldığınızda, özellikle büyük bir tarikatlar ve cemaatler koalisyonu olan AKP döneminde, farklılıkların her düzeyde ortadan kalktığını görebiliriz.

Örnek olsun, ılımlı ve uzlaşmacı bir hareket olarak lanse edilen cemaat, 15 Temmuz darbe girişiminde siyasi iktidarı ele geçirmek adına katliam yapabilmiştir. Tersinden, daha millici olarak bilinen ve ideolojisinde dış güçlere karşıtlık bulunduğu iddia edilen Milli Görüş’ün içerisinden çıkan AKP, 2000’li yılların başında Avrupa Birliği anlaşmalarının altına okumadan imza atabilmiştir. Biçimsel olarak farklarının olması, öz itibariyle farklılaştıkları anlamına gelmemektedir.

Düşman kardeşler neden ortaklaştı?

Bu iki İslamcı hizbi birleştiren temel olgu ise AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte, Türkiye’de tarihin tekerleğini geriye döndürme arayışıydı. Bunun üzerine bir de devleti ele geçirme stratejisini oturttuğunuz zaman olguları açıklamak daha kolay olsa gerek.

Emperyalizm ve Türkiye sermaye sınıfının da onayıyla iktidara gelen bu öbekler, 12 Eylül ile birlikte ülkemize ve emekçilere dayatılan ekonomik, siyasi programı ikirciksiz bir şekilde hayata geçirmek ve programı tamamlamak için düğmeye bastı.

O zamana kadar emniyet içerisinde önemli düzeyde mevzi kazanmış olan “Cemaat”, AKP iktidarı ile birlikte yargı ve orduda çok daha yaygın bir şekilde örgütlenmeye başladı. Bunun sadece kurumların ele geçirilmesi olarak görülmemesi gerekir. Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile birlikte Türkiye’de toplumsal alanda emperyalizme bağımlılığa karşı ortaya çıkabilecek olası direnç budanmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bir taraftan kumpas aracılığı ile kurumlarda tasfiyeler yapılırken, toplumsal alan ise basınç altına alınmıştır. Bunları yaparken AKP ile FETÖ arasında hiçbir ayrım yoktu.

Özelleştirme dalgası ve 12 Eylül’ün çocukları

AKP döneminin özelleştirme dalgasının bu koalisyondan ve uluslararası müttefiklerinden bağımsız olduğu söylenebilir mi? Ya da bugün en büyük AKP karşıtı olarak kendini lanse eden Gülen Cemaati, bu özelleştirmelerin Türkiye işçi sınıfının aleyhine olduğunu düşünüyor muydu? AKP-FETÖ ortaklığının, 12 Eylül’ün ve emperyalizmin ülkemize dayattığı ekonomik programı adım adım hayata geçirmek gibi bir derdi vardı. O program 24 Ocak 1980 yılında yazılmış ve deklare edilmiş, devamını ise 12 Eylül getirmişti. Fethullah Gülen de 12 Eylül’e selam çakmıştı.

Yıllar sonra AKP eliyle 12 Eylül’le hesaplaşılacağı iddia edilerek, Türkiye’de sahte bir demokrasi dalgası yaratılırken, nedense darbeci paşalara da, darbeyi alkışlayan FETÖ’ye de o dönem dokunulmadı. Oysa ki 12 Eylül’le gerçekten hesaplaşacak olan bir gücün, öncelikle 12 Eylül’ün destekçilerinden ve 12 Eylül sayesinde ordu ve devlet içerisinde örgütlenme şansı yakalayan bu gizli, darbeci örgütlenmelerden hesap sorması gerekirdi.

İşbirlikçilik mayalarında var

90’lı yıllarda dönemin Başbakanı Tansu Çiller tarafından yapılan Bank Asya’nın açılış töreninde, Fethullah Gülen’e kapılanmaya çalışan Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ın görüntüleri hala hatırlardadır. FETÖ’nün dünya üzerinde büyük bir ekonomik güce dönüşmesinin AKP dönemine denk düştüğü ise kimseyi şaşırtmamalı.

Köken itibariyle de hiçbir zaman anti-emperyalist ya da yurtsever bir karakteri olmayan bu iki hareket de, son tahlilde ideolojik ve siyasi olarak başta ABD olmak üzere AB’ye bağımlılık ilişkisi içerisindedir. AKP-FETÖ işbirliğiyle yürütülen tüm siyasi süreçler de buraya hizmet dışında bir noktaya odaklanmamıştır. Bu unsurların geçmişindeki bazı ayrım noktalarını ve bugünkü karşı karşıya gelişlerini sadece bu iki özne bağlamında ele alamayız. İçinde bulunulan ekonomik, siyasi ve toplumsal koşullarla birlikte ele almak gerekir.

Dolayısıyla Libya, Tunus, Mısır, Suriye ve Irak örneklerinde de olduğu gibi, İslamiyet üzerinden Türkiye’ye çekilen operasyon son noktada bağımsızlıkçılık ve aydınlanmacılık/laiklik üzerinden şekillenen bir Türkiye’nin ve toplumsal hayatın tasfiyesi üzerine kuruluydu.

Bugünden baktığımızda AKP ve FETÖ’nün, düşman kardeşlerin, Türkiye’de uluslararası tekeller ve Türkiye sermaye sınıfı lehine çok büyük bir dönüşümü gerçekleştirdiklerini ortaya koymak gerekiyor. Bu durum bir tarafa not edilmelidir.

Diğer bir pencereden baktığınızda ise, bu iki öznenin hayata geçirmeye çalıştığı tüm gerici açılımlar büyük bir toplumsal dirençle karşılaştı ve her başlıkta istedikleri sonuçlara ulaşmaları mümkün olmadı. Bugün büyük bir kavgaya tutuştularsa, Türkiye’nin geriye götürülmesine karşı çıkan ilerici direncin payı olduğunu da ifade etmek gerekiyor.

Geçmişte çok yaygın kullanılan “Tayyip Amerika’ya Fethullah’ın yanına” diye bir slogan vardı. Bunun bir slogan olmaktan çıkıp, tarihsel bir gerçekliğe dönüşüp dönüşmeyeceğini ise önümüzdeki dönem emekçilerin mücadelesi belirleyecek.