Kavimler göçünden “yolunu bulanlara”...

Ekim İsmi yazdı: Kavimler göçünden “yolunu bulanlara”...

Yaklaşık 16 asır önce gerçekleşen bir zorunlu göçün bugünün Türkiye’sinde bayram tatilleri gidiş ve dönüşlerinde kullanılması tuhaf değil mi?

Otoyollara sıkışmış ve kilometrelerce kuyruk oluşturmuş insanların fotoğraflarıyla birlikte paylaşılan “Kavimler göçü başladı” türü haberler, mizahın ötesinde hem bir çaresizlik üretip, hem de tevekkül yaratmıyor mu?

Küçük bir servet ödenerek alınan otomobillerle saatte birkaç km yol gitmenin mantığa aykırı bir yanı olduğu açık olsa gerek. Tıpkı içinde yaşadığımız düzenin de mantığa aykırı olması ve bu düzenin, bir an bile boş durmadan, bizlere, bu mantıksızlıklara alışmayı, daha ötesi bu mantıksızlıklara boyun eğmeyi dayatması gibi. Düzen şöyle diyor: “Bayram tatiline mi gideceksiniz? Öyleyse bu cefayı çekeceksiniz!”

İşin daha utanmazca tarafı, bu düzenin temsilcilerinin yarattıkları bu tuhaflıkla övünmesi, her yıl ortalama 10 bin kişinin ölümüne sebep olan karayollarından bir marifetmiş gibi bahsetmesi ve “senede bir-iki gün sıkıntı yaşandı diye o muhteşem yollara laf mı ediyorsunuz” diye saldırıya geçmesi…

Peki gerçekten öyle mi? Haksızlık mı yapılıyor?

Yolların insanlık tarihindeki ilerlemelere katkısını yadsımak mümkün değil. Ekonomik ve askeri yayılmada oldukça kritik bir role sahipler. Roma İmparatorluğu’nun coğrafik olarak o kadar geniş alana yayılabilmesinde önemlice bir rolün “tüm yolların Roma’ya çıkmasıyla” ilgili olduğu da, uygarlıkların ticaret yolları çevresinde geliştiği de sır değil.

Kapitalizmle/emperyalizmle birlikte bu işlevsel pozisyonlar çok daha hızlı ve çok daha karmaşık bir forma büründü. Sınırlı bir dünyada yeni kaynaklara ve yeni pazarlara ulaşmak yeni ve hızlı yollar, yeni ve hızlı ulaşım araçları istiyordu.

Osmanlı dönemindeki yolların İngiltere, Fransa ve Almanya tarafından yaptırılmasının altında yatan nedenler de farklı değildi. Yolu yapanlar hem Osmanlı’yı sömürgeleştiriyor hem yeni bir pazar yaratıyor, hem de Ortadoğu’ya daha hızlı ulaşıyordu.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki en önemli hedeflerden birinin ülkenin tamamına yayılan bir demiryolu ağı kurmak olması da benzer bir çerçevede değerlendirilmelidir. Bağımsız bir ülke olmanın koşullarından biri de böylesi bir ağa sahip olmaktır ve bu hedef doğrultusunda ulaşımdaki birinci öncelik demiryolu yapımına verilmiştir.

İkinci Savaş sonrası, Soğuk Savaş’ın başlangıcında ABD’nin stratejisinin en önemli ayaklarından biri olan Marshall yardımları da, bu gerçeği bilerek, yol yapımıyla ilgili şartlara bağlı olarak verilmiştir. Yardımlar öncesi ABD federal karayolları örgütü genel müdür yardımcısı Hilts başkanlığındaki bir ekip Türkiye’de incelemelerde bulunmuş ve Türkiye’de karayollarına öncelik verilmesi gerektiğini tespit etmiştir.

Nitekim Hilts’in önerdiği olmuştur. 1950 sonrası ulaşım politikaları tamamıyla karayolu üzerine, asfalt yol yapımı üzerine kurulup, demiryolu yatırımları bir kenara bırakılmıştır. Kritik nokta ABD’nin kaşıkla verip kepçeyle nasıl aldığını da gösteren noktadır. Asfalt yol yapımı için gereken ürünlerin ve makinaların çoğu ithal edilmelidir, çünkü Türkiye’de böyle bir üretim yoktur. Asfalt yol yapımının hızlanması, dönemsel olarak, ülke içindeki hammadde ve kaynakların dolaşımını –dolayısıyla üretimini- artırmakta ve ABD ucuz kaynaklara ulaşmaktadır. Son olaraksa, yol yapımı otomotiv endüstrisi için koca bir pazarın açılması demektir. Otomobil, otomobil yedek parçaları ve otomobil yakıtları, ülkenin bağımlılığını arttırmanın önemli araçları olmuştur. ABD, koyduğu şartlarla, Marshall yardımıyla verdiği paranın kat be katını zaman içinde geri almıştır.

AKP dönemindeki yol yapma çılgınlığının(*) nedenleri de buralarda, kapitalizmin mantığı reddeden kâr hırsında aranmalıdır. Burada otomotivciler, petrolcüler, inşaatçılar, finansçılar ve tüm bunların yan sektörleri, hep birlikte bir lobiyi temsil etmekte ve toplum yararını değil “yollarını bulmayı” gözetmektedir. AKP’nin, sanki parasını kendi ceplerinden veriyorlarmış gibi, “yol yaptık” böbürlenişlerinin tam aksine, halka ait para yukarıda bahsettiğimiz lobinin cebine girmektedir.

Üstelik bu halka verilen tek zarar da değildir. Yol yapıldıkça bağımlılık artmakta, orman alanları yok edilmekte, hava kirliliği artmakta, tarımsal araziler ve dolayısıyla tarımsal ürünler zarar görmektedir.

Yol yapıldıkça sermayenin küpü dolmakta, ülke insanına kavim muamelesi yapılmaktadır.

Bir yerden başka bir yere insanca gitmek bu akıl dışılığı kabullenmemekle, bu dayatmalara boyun eğmemekle mümkündür…

 

(*) Bu yol yapma çılgınlığının propagandif bir yanı da var tabii. Yol yapma argümanı tüm sağcı iktidarlar tarafından, “icraatçılık adına” mutlaka kullanılıyor. Bu durum Aziz Nesin’in Zübük’ündeki cami yapma mevzusuna benziyor biraz. Seçim vaadi olarak yapılan ve daha sonra kimsenin uğramadığı hatta yanlışlıkla içine giren öküzün açlıktan öldüğü camiyle, sayılı aracın geçtiği yere yapılan duble yol aynı akıl dışılıktan besleniyor.